24 Ağustos 2012 Cuma

Çizgideki Gladyatör (Ziya Adnan'ın Metin Kurt ile yaptığı söyleşi)


Türk futbolunun anıt isimlerinden olan ve futbol oynadığı dönemde "Çizgi Metin" olarak anılan  Metin Kurt'u genç sayılabilecek bir yaşta yitirmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Başımız sağolsun.

Kendisiyle 2010 yılı Ocak ayının başında bir söyleşi için geldiği Nazım Hikmet Kültür Merkezinde tanışmıştık. Hakkında Vecdi Çıracıoğlu'nun kaleme aldığı "Gladyatör" adlı kitabı kendisine imzalatmıştım. 

Mayıs ayında Sevgili Ziya Adnan kendisiyle İstanbul'da güzel bir söyleşi gerçekleştirmişti. Söyleşinin bant çözümünü Nazım Hikmet Kültür Merkezinde Ziya ile birlikte yapmıştık. Lakabı "Çizgi Metin" olduğu için ve hakkında "Gladyatör" adlı bir kitap yazılmasından dolayı söyleşinin başlığını da "Çizgideki Gladyatör" olarak belirlemiştik. Bu söyleşi iki bölüm halinde 13 Mayıs 2012 ve 20 Mayıs 2012 tarihli Birgün gazetesinde yayınlanmıştı. 

Metin Kurt'u bu söyleşi ile anmak iyi olur diye düşündüm. 






ÇİZGİDEKİ GLADYATÖR - 1

(Ziya Adnan'ın 2012 yılı Mayıs ayında Metin Kurt ile yaptığı söyleşinin 1. bölümü)

O bir futbol efsanesiydi; ülke futbolunun 70’li yıllarda yetiştirdiği en önemli isimlerinin başında gelirdi. Ona ilerleyen yıllarda “Çizgi Metin” lakabını kazandıracak en bilinen özelliği, sürati ve topu metrelerce çizgi üzerinde sürmesiydi. Ancak düşünceleri ve futbolcuların sendikal örgütlenmesinde başrol oynaması yüzünden sistem tarafından dışlandı, futboldan uzaklaştırıldı... Futbol oynadığı döneme ilişkin anıları, 2009 yılında Vecdi Çıracıoğlu tarafından kitaplaştırıldı ve “Gladyatör” adıyla yayınlandı. Yıllar sonra güzel bir bahar günü Kadıköy’de, Nazım Kültür Merkezi’nde hoş bir söyleşi gerçekleştirdik eski yıldızla. Biz sorduk, o her zamanki içten üslubu ile cevapladı. Karşısınızda Metin Kurt, nam-ı diğer “Çizgi Metin”…


Siz Galatasaraylı Metin Kurt olarak biliniyorsunuz ama ben sizi hep PTT’li Metin olarak hatırlarım. Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

15 Aralık 1947’de İstanbul Fatih Karagümrük’te doğdum. Gençlik yıllarımda abim İsmail Kurt profesyonel futbolcuydu. Önce Galatasaray’da forma giydi, sonra Fenerbahçe’ye transfer oldu. Ailemize o bakıyordu, çünkü babamızı çok genç yaşta kaybetmiştik. İlerleyen zamanlarda aileden bir futbolcu çıkması gerekiyordu; çünkü ailenin ihtiyaçları vardı.

Futbolcular o yıllarda ailelerine bakacak kadar para kazanabiliyorlar mıydı?

Şunu kesin olarak söyleyeyim: Yıldızlar, daha doğrusu “yıldız yapılanlar” hangi devirde olursa olsun her zaman avantajlıdır. Çünkü onlar rol model olacaktır ki onları izleyen binlercesi onlar gibi olmaya çalışsın. Basit bir örnektir: Karagümrük’te sıradan bir genç kızdı, Yeşilçam’la tanıştı, Türkan Şoray oldu. Onun gibi olmak isteyen binlerce genç kız artist olmak, meşhur olmak amacıyla evden kaçmıştır. Diğer bir örnek de İbrahim Tatlıses’in amelelikten ünlü bir türkücülüğe uzanan hayat hikâyesidir.

Futbola nerede başladınız?

Önce Atatürk Erkek Lisesi, sonra amatör olarak oynadığım ilk kulüp İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü’dür. Ondan sonra Alibeyköy Adalet’e geçtim. Mahalli ligdeydi. Oradan Altay’a transfer oldum. 1965-66 sezonuydu. Bir sonraki sezonda Ankara’ya PTT takımına geldim. 1970’e kadar sarı-siyahlı takımda oynadım. O sene Galatasaray’a transfer oldum. 1970-76 yılları arasında sarı-kırmızılı takımın formasını giydim. İlk üç yılımda arka arkaya üç şampiyonluk yaşadık. Sonrasında 1976’dan 1978’e kadar Kayserispor’da forma giydim.

PTT’ye dönersek, babamın elimden tutup maçlara götürdüğü çocukluk yıllarımda maç öncesi Ankara 19 Mayıs Stadı’nda takım kadroları sayılırken şöyle bir anons yankılanırdı: “1-Cavit, 2-Yetik, 3-Esenali…” diye devam ederdi. Bize o yılların PTTsini, daha doğrusu Ankara futbolunu anlatır mısınız?

O yıllarda Ankara futbolu, gözü üç İstanbul takımında olan futbolcuların eğitim aldıkları bir yerdi. Ama inanın futbolcular arasında tam bir dayanışma, arkadaşlık, kardeşlik vardı. Biz PTT’de olağanüstü bir dayanışma içindeydik. Eski yoktu, yeni yoktu, abiler abilik yapardı; yeni gelenler adaptasyon zorluğu çekmezdi. Mesela ben 18 yaşında PTT’ye geldiğim halde kısa sürede takımın en önemli futbolcularından biri oldum. Ama o dönemdeki takım arkadaşlarımdan bazıları beni kıskansalardı, belki futbolcu olma şansım kalmayabilirdi.

Size neden “Çizgi Metin” derlerdi? “Halka yakın olmak için çizgide oynadım dermişsiniz, doğru mudur? (Gülüşmeler)

Galatasaray’da oynarken “Çizgi Metin” demeye başladılar. O da zamanın teknik direktörü Brian Birch’in sahayı genişletme amacıyla beni çizgide oynatmasıyla başladı. O yıllarda kanat atakları ve bindirmeler Türkiye’de pek bilinmiyordu. Benim görevim çizgide oynamaktı. Bizim taraftan atak yaparken çizgide oynar, diğer taraftan atak yaparken de ikinci direkte olurdum. O bir espriydi. Bunu bana sıkça soruyorlardı. En sonunda ben de bir gün dedim ki, “Bak arkadaş, ben halkçı bir adam değil miyim? Sahada halka en yakın yer neresi? Çizgi! Başka bir yerde mi oynayacaktım?” (gülüşmeler).

Peki, PTT’nin teknik direktörü kimdi? O yıllarda Ankara takımlarında önemli futbolcular var mıydı?

Teknik direktörümüz Bülent Giz idi. Köksal Mesci, Ertan Adatepe, kaybettiğimiz Zeki abi, Altan abi… Bunlar önemli futbolculardı.

O yıllardaki taraftar profilini bize anlatır mısınız? Maçlarda stat dolar mıydı?

Hayır. Stat ancak büyük maçlarda dolardı. Diğer maçları ise mahalle maçı gibi oynardık. Ama şurası bir gerçek ki stada gelenlerin büyük kısmı futbol oynamış ve futbolu bilen kişilerdi. O dönemde maçlara serbest giriş kartı da verildiği için amatör olarak futbol oynayan birçok izleyici maçlara gelirdi. Maçları futboldan anlayan kişiler izlerdi.

PTT’den Galatasaray’a geçtiğinizde transfer bedeli ne kadardı?

O zaman ben Galatasaray’dan 3 seneliğine 225 bin lira almıştım.

Bu, o zamanın şartlarında bir futbolcu için iyi para mıydı?

Tabii. O zaman başkaları bu kadar kolay para kazanmıyordu. Günümüzde sadece futbolcular değil, futbolun içindeki diğerleri de çok paralar kazanıyorlar. Hattta futbolculardan daha çok para kazananlar var. Mesela televizyonlarda program yapanlar.

Galatasaray’a gittiğinizde bir bocalama devresi yaşadınız mı?

Asla yaşamadım. Aksine kolay uyum sağladım. İşin ilginç yanı büyük risk almıştım. O sene benim de hayran olduğum, Türkiye’nin bir daha yetiştiremeyeceği Metin Oktay abimiz futbolu bırakmıştı ve ben aynı isimle Galatasaray’a transfer olmuştum.

Yani sizden beklenen Metin Oktay’ın yerini doldurmanız mıydı?

Tabii. Zaten üç yıl üst üste şampiyon olduğumuz dönemde en fazla golü ben atmıştım. Üstelik PTT’de yılda ancak iki, bilemediniz üç gol atardım.

Galatasaray’da o yıllarda önemli futbolcular olarak kimler vardı?

PTT’den üç futbolcu gelmiştik. Avni abi, Tuncay ve ben... Kalede Yasin ve Nihat vardı, ikisi de çok iyi kalecilerdi. Sağbek Ekrem vardı, onu da Ankara’dan tanırdım. Anlayacağınız takımda yabancılık çekmedim. Mesela Uğur abi, Ayhan abi, Muzaffer abi vardı. Büyük Mehmet, Gökmen, Çilli Mehmet… Kısacası kadromuz çok iyiydi…

O yıllara baktığınızda… Şimdiki futbolla o zamanları mukayese eder misiniz?

Çok açık ve net söyleyeyim: Sistem sporcunun ahlâkını nasıl bozduysa, medya da taraftarın oyun izleme zevkini elinden aldı. Mesela 12. adam hikâyesi! Bizim zamanımızda 12. adam diye bir şey yoktu. Seyirciyi farklılaştırdılar. Bence dinde yobazlık neyse futbolda da fanatizm odur.

Sizin zamanınızda Fenerbahçe-Galatasaray maçlarında şimdiki gibi ürküten bir gerilim olur muydu?

O zamanlar taraftarlar maçları birlikte, yan yana izlerdi. Kavga olmazdı. Biz futbolcular arasında da büyük kardeşlik vardı. Mesela benim yakın arkadaşım, aynı zamanda aile dostumuz karşımda oynayan Fenerbahçeli Serkan’dı. Eşi Ayşecik ile benim eşim yakın arkadaştı. Ama sahaya çıktığımız zaman karşılıklı mücadelimizi yapardık…

Şimdi her şey çok farklı öyle değil mi?

Elbette… Futbolcular yan yana görüldükleri zaman bile sıkıntı oluyor…

O zaman da şike var mıydı? Size şike teklif edildi mi?

Bana teklif edemediler. Ama bazı şike olaylarına tanık oldum… Üç türlü şike vardır. Para şikesi, hatır şikesi, insanların zaaflarından yararlanılarak yapılan şike… Futbolda şike, doping, mafya, kumar, ırkçılık, küfür, şiddet yoktur diyen yalan söyler. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda olmaması mümkün mü? Kara paranın döndüğü bir ortamda mafyanın olmaması mümkün mü?

Peki, futbolda şike var mıdır?

Kesin vardır… Sporda bir batakhane var günümüzde.

Nasıl görüyorsunuz şu anda ülke futbolunu?

Futbolcular bir batakhanede yüzüyorlar… Bu bataklığın şiddet yasası ile kurutulması mümkün değil... Ancak spor yasası ile çözümlenebilir. Şu anda spor bir meslek olarak bile tanımlanmıyor ülkede.

Sendikaya gelirsek, futbolda sendikalaşma hareketini ilk başlatan sizsiniz. Öyle değil mi?

Evet, 70’li yıllarda başlattık. Futbolcuların bugünlerini ve yarınlarını yöneticilerin iki dudağının arasından almak amacıyla başlattık. Amaç, sporcuların tribünlere saygılı, emeğine saygılı, onurlu birer emekçi olarak var olmalarını sağlamak; geleceklerini sosyal güvenlik sistemi içinde güvence altına almak. Mesela ben jübilee yapmadım...

Bu sendikalaşma hareketine karşı çıkanlar oldu mu?

Karşı çıkan olmadı ama beni Galatasaray’dan kovdular. Onlara göre sporcuları galeyane getiriyorduk!

Peki, geriye dönüp baktığınız zaman, böyle bir hareketin Türk futboluna faydalı olduğunu düşünüyor musunuz?

Kesinlikle! Günümüzde sporcular bu konuda biraz aydınlandıysa, bu biraz da bizim verdiğimiz mücadele sayesinde oldu.

Burada şunu belirtmek isterim: Naçizane görüşüm, Türkiye’de futbol belli takımlar üzerinden oynanıyor. Süper Lig, aslında çokları için üç İstanbul takımından ibaret... Ama örneğin 102 yıllık Ankaragücü perişan durumda, futbolcularına öğle yemeği çıkaracak kadar bile parası yok. Ve işin ilginç yanı, böylesine köklü bir kulübün neden bu duruma geldiğini kimseler sorgulamıyor. Doğru mudur?

Doğrudur. Günümüzde sermaye kesimi sporu rasyonalize etmek, kulüplerin yapısını değiştirmek istiyor. Yakın zamanda ülke kulüplerinin isimierinin önünde şirket isimleri görürseniz şaşırmayın. İşte bakın, o tarihi stadın ismi bir anda Fi-Yapı İnönü Stadı olmadı mı? Bugün üç İstanbul takımının borcu 1 milyar Euro’nun üzerinde... Oysa başlarında ülkenin önemli iş adamları var. Neden şirketlerini değil de kulüplerini borçlandırıyorlar?

Peki, ama biz bu gösterilen borçların doğru olup olmadığını nasıl bileceğiz?

İşte bu yüzden spor yasası çıkmalı ve yasa yönetmeliklerle düzenlenmeli; kulüpler de mutlaka bağımsız denetim kuruluşları tarafından denetlenmeli. Tribünlere oynayan, kulübünü borçlandıran, sözde “iş bitiren” yöneticilerin devri kapanmalı. Bugün kulüplerimizi yönetenlerin çoğu kendi reklamlarını yapmak, ön plana çıkmak amacıyla orada bulunuyorlar; asla spor olsun diye değil!







ÇİZGİDEKİ GLADYATÖR - 2

(Ziya Adnan'ın 2012 yılı Mayıs ayında Metin Kurt ile yaptığı söyleşinin 2. bölümü)

Geçen hafta “Çizgideki Gladyatör” Metin Kurt’la eski zamanları, Galatasaray yıllarını konuşmuştuk. Bu hafta bıraktığımız yerden devamla...

Peki, Galatasaray’dan sonra geldiğiniz Kayserispor’da vukuatınız oldu mu ?(Gülüşüyoruz)

Ben değişmeyeceğime, düzen değişmeyeceğine göre nasıl olmasın! Yerel gazeteye verdiğim bir demeç yüzünden beni kadro dışı bıraktılar ve 24 saat içinde şehri terk etmemi istediler. Ben de cevap olarak Kayserı’yi çok sevdiğimi, sözleşmem bitene kadar Kayseri’den ayrılmayacağımı söyledim. Sonra o başkan (Osman Erköse), “Kayserispor halkın takımıdır. Metin Kurt Kayserispor’un futbolcusudur. Halk onu istiyor. Lütfen takıma dönsün” diye açıklama yapmak zorunda kaldı. İki sezon Kayserispor’da oynadıktan sonra 30 yaşında futbolu bıraktım. Başkan kalmam için ısrar etti ama benim başka hedeflerim vardı. Siyasi alanda mücadelemi sürdürecektim. 1978 senesinde Politika gazetesinin spor müdürü olarak göreve başladım...

12 Eylül darbesinden nasıl etkilendiniz?

Ankara’da kurduğumuz amatör sporcular derneği kapatılmış, sendikalaşmamızın önüne geçilmişti. O dönemde futbol da dahil her şey yeni baştan inşa edildi. “Politika tatile çıktı, yaşasın futbol!” dönemi başlamıştı. Belli yatırımlar yapıldı ama önemli yerlere kendi adamlarını getirmeye, kadrolaşmaya başladılar. Belediye takımlarının kökleri o döneme dayanır.

Ne düşünüyorsunuz belediye takımları hakkında?

Belediye takımları ne işe yarar ki? Belediyenin işi halka hizmettir. Belediyenin takımı mı olur? Bakın işte, İstanbul’un bir sürü takımı var. Mesela yılların İstanbulspor’u var. “İstanbul Büyükşehir Belediye” olacağına, İstanbulspor olsa ya… Tarihi, taraftarları ve kökleri olmayan takımları doldurdular liglerimize. Oysa Şekerspor, Vefa, Beykoz, Altınordu gibi kulüpler yaşatılabilirdi. Ne yazık ki hepsi yok olup gitti...

Siz Ankaralısınız, şimdi size soruyorum: Belediye tarafından kurulmuş Ankaraspor diye bir takıma gerek var mıydı? O takıma harcanan para sizce ne kadardır? Ben size söyleyeyim, trilyonlar... Onca parayla keşke Ankaragücü’nü yaşatsaydınız! Alın işte, nereden geldiği belli olamayan, nereye gittiği belli olmayan tesisler. Onun yerine, bütün Ankara’ya, gençlere hizmet edecek açık spor alanları, oyun alanları yapsalardı ya o paralarla! Ama ülke futbolunda her şey tribünlere oynamak üzerine kurulu... Yaklaşık yarım asırdır bu işin içindeyim ve size şu kadarını söyleyeyim, kimse bu işin içinde spor olsun diye bulunmuyor! 

Peki, çözüm nerede?

Çözüm devrimci spor emekçilerinin ilkelerinde... Dört tane temel ilke var: (1) Çocuklar oynayacak, (2) Sporcular korunacak, sendikalaştırlacak, (3) Spor yasası çıkartılacak, (4) Düzenin sporu sorgulanacak. 

Sendikada kaç üyeniz var?

Yeterince üyemiz var, ama koruyamayacağımız sporcuları şimdilik üye yapmıyoruz. Şu anda tamamen spor yasasını hayata geçirmek, sempatizan kitlemizi genişletmek için uğraşıyoruz. İlk aşamada hukukçularla birlikte bir hukuk kurulu oluşturarak, 1 Mayıs’tan sonraki dönemde büyük ihtimalle spor hukuku kurultayı gerçekleştireceğiz. Bir yasa taslağı üzerine çalışıp, bize destek veren milletvekilleri ile kanun teklifi olarak meclisten geçirmeye çalışacağız...

Günümüzde Türk futboluna baktığınız zaman ne görüyorsunuz?

Bir batakhane görüyorum; gençleri yutan bir batakhane! Şöyle düşünün: Avrupa’da yaşayan olsa olsa 5 milyon gurbetçi, emekçi var. Peki, 5 milyondan bu kadar futbolcu yetişiyor da 75 milyondan neden yetişmiyor? Cevabı söyleyeyim: Sistem! Çünkü çocuklar Avrupa’da bu işin temel eğitiimini alıyorlar, bizde ise herkes tribünlere oynuyor! Ve bu düzen devam ettiği sürece, spor yasası çıkmadığı sürece, sistemi değiştirmediğiniz sürece onlar tribünlere oynamaya devam edecekler.

Galatasaray’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Valla bütün takımların geleceği bana göre aynı. Hani bizim zamanımızda bir reklam vardı, “yok birbirimizden farkımız” derlerdi ya, aynen öyle. Eskiden kulüplerde takımlarına hizmet etmiş, sembol olmuş sporcular vardı. Şimdi bunu görüyor musunuz? Şimdi neredeyse hepsi sanayici veya iş adamı… (Biraz duraklıyor ve devam ediyor). Ya da belediye başkanları! Ama artık şu gerçeği herkes yavaş yavaş görmeye başladı. Sporcuların sendikalaşması gerek. Artık bizi anlayan, üniversitelerde, medyada bize destek veren geniş bir kesim var.

Şike sürecini takip ettiniz mi. Nasıl sonuçlanacagını düşünüyorsunuz?

İnanın beni hiç ilgilendirmiyor. Aslında süreci de takip etmeye gerek yok, zira üç aşağı beş yukarı sonuç belli. Kararı verecek olanlar zaten tribünlere oynayanlar. Aynı bozuk düzeninin devam etmesi adına ellerinden geleni yapacaklardır şüphesiz. Çıkardıkları “Sporda Şiddet Yasası” aslında kendilerini koruma adına çıkartılmıştır. Taraftarların örgütlenmesine karşı çıkardılar o yasayı. Amaç tribünlerdeki protestoları engellemekti. Ama gelin görün ki geri tepti ve kendi kalelerine gol attılar. Çıkardıkları yasa aslında biraz önce tanımladığımız batakhaneyi parfümleme yasasıdır, asla kurutma yasası değildir. Eğer sporda toplumsal bir kazanç, toplumsal bir uyanış bekliyorsak, sağlıklı bir toplum yapısında sporun önemli bir rol oynamasını bekliyorsak, öncelikle bu batakhanenin kurutulması gerekiyor. Ve bu batakhaneyi kurutmanın tek yolu vardır, o da spor yasası!

Bu konuda taraftarları nasıl bilinçlendirmeyi düşünüyorsunuz?

Taraftarlarla sürekli iletişim halindeyiz ve onlara hep söylediğimiz şey şudur: “Taraftar olun, fanatik olmayın!” 12 adam saçmalığına son verilmeli. Bizim zamanımızda böyle bir kavram yoktu. Bu tamamen medyanın yarattığı bir kavramdır. Adam çoluk çocuğunun rızkından kesip takımıyla deplasmana gidiyor. Tamam, güzel de takımı son dakikalara önde girerse başlıyor hakem maçı bir an önce bitirsin diye başlıyor ıslıklamaya! Yahu, madem bu oyunu bu kadar çok seviyorsun on dakika daha fazla izlesene! Niye bir an önce bitsin istıyorsun? Çünkü herkes sonuca bakıyor, rekabete gidiyor. Bakın, medyada hiç, “Spor nedir, sporun sorunları, sporcunun sorunları nelerdir?” içerikli bir yazı, tartışma görüyor musunuz? Varsa yoksa o gol müydü, değil miydi, Ahmet niye oynadı, Mehmet niye oynamadı?

Günümüzde yöneticilik paraya dayanan bir kavram, oysa iyi bir yönetici olmak için para yetmez, o kişisel bir beceridir. Sizin zamanınızda da mı böyleydi, parayı bulan yönetici mi oluyordu?

Bizim zamanımızda da parayı basan, yönetici oluyordu. Ancak şimdi yöneticiler cebinden para harcamıyor. Bizim zamanımda tabiri caizse “gönüllü, yöneticiler” vardı. Futbol ve kulüp sevdası yüzünden batan yöneticiler oldu. 80’li yıllarda “Sportmence” dergisi için söyleşi yaptığımız Ali Şen şöyle konuşmuştu: “Ben bir işadamıyım. Kârlı görmediğim hiçbir işe yatırım yapmam. Ben Fenerbahçe kulübüne hizmet edeceğim ama Fenerbahçe kulübü de bana hizmet edecek!”

“Nasıl hizmet edecek?” diye sorduğum zaman da şu yanıtı vermişti: “Örneğin Bodrum’da turistik bir otel yapmaya karar verdiniz. Normal bir işadamı olsanız bürokrasi ile en az bir sene uğraşmanız gerek. Oysa Fenerbahçe başkanı olduğunuz zaman Turizm Bakanı’na, hatta Başbakan’a bir telefon açıp halledersiniz...”

Bunu yazabilir miyim?

Yazdık zaten, Sportmence dergisinde. “Kulübe hizmet et, reklamını yap, işini gör!” O zaman Ali Şen’in söylediği buydu. Ama şunun da altını çizdi: “Kulübe mutlaka hizmet edeceksin, kulübü kullanmayacaksın!” Söylediği, kulübü borçlandırıp batağa sürüklememek...

O yıllarda birlikte çalıştığınız, en sevdiğinizi saygı duyduğunuz teknik direktör kimdi?

Kuşkusuz Brian Birch… Hatta onunla ilgili unutamadığım bir anım vardır. Birch Türkiye’ye ikinci kez geldiğinde, havaalanında eline bir gazete veriyorlar. Baş sayfadan bakmaya başlayınca, gazeteciler dayanamayıp, “Hoca, spor sayfası arkada unuttun mu?” diye soruyorlar. Birch, “Yo, ben Metin Kurt’u arıyorum!” diyor. Şaşırıyor gazeteciler ve soruyorlar: “Neden Metin Kurt’u arıyorsun?” Birch cevabı yapıştırıyor: “Eee, Başbakan olmadı mı o?” (Gülüşüyoruz)

Sizce yabancı teknik direktörlerin ve yabancı futbolcuların Türkiye futboluna katkısı oldu mu?

Bana kalsa ben yabancı teknik direktör ve yabancı futbolcu kullanmam. Onun yerine bizim teknik direktörlerin daha iyi eğitilmesi için çaba harcarım. Gerekirse onların yurt dışında eğitim almalarını sağlar, ama tercihimi yerlilerden yana kullanırım...

Yabancı futbolcu transferinin serbest kalması konusunda görüşünüz nedir?

Bana kalsa bir hayli kısıtlanması gerekiyor. Yabancı futbolcu ve teknik direktörler kulüplerimize ciddi mali yük bindirmekte, cari açık ve borçlanma büyümektedir. Bu sektörde biz ithalat mı yapıyoruz, yoksa ihracat mı? Bence buna karar verelim. Bunca genç nüfustan dışarıya yollayabildiğimiz futbolcu sayısına baktığımızda ortaya çıkan fotoğraf sistemin bozukluğunu anlatıyor aslında...

Futbolu özlüyor musunuz?

Hiç özlemiyorum. Ben futbol oynarken de futbolu sevmiyordum ki! Sadece iş olarak görüyordum. Çocukluk yıllarımda çok severdim ama profesyonel olduktan sonra sadece iş, hatta sıkıcı iş olarak görürdüm...

Ama çok yetenekliydiniz?

Ona da mecburdum. Çünkü başarılı olmadan para kazanılmıyor. Hepimizin aileleri ve bakmak zorunda olduğumuz sevdikleri var...

Söyleşi için çok teşekkür ederim. Bu arada eklemek istediğiniz, benim atladığım bir konu varsa...

Evet var... Öncelikle bugün ülkemizde futbolun bir batakhane olduğunu, bu batakhanenin kurutulmasının yolunun spor yasasından geçtiğini, bu sektörde çalışan emekçilerin yaptıkları işin meslek olduğunu ve iş kolu haline gelmesi gerektiğini artık kabul edelim. Artık bu bozuk sistemin değişmesi gerek.

Bu güzel söyleşi için teşekkür ettim, çocukluk yıllarımın efsane futbolcusuna. Ayrılırken aklımda “Hep PTT’li Metin olarak kalacağını” söyledim. Gülümsedi, Ankara’ya selam söyledi...

Ziya Adnan



1 yorum:

Demir dedi ki...

Adamdın be metin hoca