6 Mart 2014 Perşembe

MKE ANKARAGÜCÜ BELGESELİ (1996) - Veli Necdet Arığ

Rahmetli Veli Necdet Arığ'ın yazdığı, Ankaragücü'nün kuruluşunun 86. yılı olan 1996'da yayımlanmış "MKE ANKARAGÜCÜ BELGESELİ" kitabının fotokopisi... Veli Amca, 230 sayfadan oluşan bu kitabı 1 Şubat 1996 günü imzalayarak Rahmi Magat'a hediye etmiş. Benim elime de bir şekilde fotokopisi geçmişti ve kendim için bir nüsha fotokopisini çektirmiştim. 

Ankaragücü tarihini çok iyi anlatan ve keyifle okunan güzel bir kitap “MKE ANKARAGÜCÜ BELGESELİ”... Hatta diyebilirim ki Ankaragüçlüler ile futbol ve kulüplerin tarihine ilgi duyan futbolseverler için adeta bir hazine...

Kitabın kapağı ile kitapta anlatılan birkaç küçük ve güzel hikâyeyi örnek olarak bir albümde topladım.

Albüme aldığım bir hikâye kısaca şöyle: Zamanın Ankara Sultani (Atatürk Lisesi) Müdürü Münif Fehim Ak, öğrencilerin kulüp takımlarında oynamalarına izin vermediği için Sultani (günümüzdeki Gençlerbirliği) takım çıkaramaz duruma düşer ve ligden çekilmeyi düşünürler. Ankaragücü'nden ödünç futbolcu talebinde bulunurlar. Ankaragücü kulübü, Gençlerbirliği yöneticilerinin bu talebi üzerine "ihtiyaç fazlası" 6 genç futbolcuyu Gençlerbirliği'ne verir ve böylece Gençlerbirliği de lige katılır. Sezon sonunda bu futbolculardan "Güllü Selim" (Selim Baykurt) ve Niyazi Öztunç Ankaragücü'ne dönmezler ve Gençlerbirliği'nin "malı" olurlar. 50. sayfada yer verilen fotoğraf altındaki yazıda Veli Amca şu cümleyi yazar: "Güllü Selim'i (Baykurt) biz Gençlerbirliği'ne ödünç vermiştik de geri dönmemişti." :)

56. sayfada anlatılan başka bir hikâye: 1952-1953 sezonu ortasına gelindiğinde, Ankaragücü ile Gençlerbirliği önemli bir maç yapacaktır. Ankaragücü ve Gençlerbirliği'nin kulüp, yönetici, futbolcu ve taraftarları arasındaki "ezeli ve ebedi rekabet" maçın tansiyonunu hayli yükseltmiştir. O kadar ki Ankaragücü bu maç için kampa dahi girmiştir. Kulübün futbolcu sayısı azdır. Maçtan bir gün önce Ankaragücü'nün tek kalecisi Dündar Beykan (diğer kaleci Yüksel Alkan genç milli takıma alınmış) elindeki gazoz şişesi patlayıp eli parçalanınca hastaneye kaldırılır. Böylece Ankaragücü bu önemli maç öncesinde kalecisiz kalmıştır. Ankaragücü genel kaptanı ve antrenörü Natık As, Gençlerbirliği kulübü başkanı Mümtaz Tarhan'a durumu anlatarak maçın ertelenmesi için ricada bulunur; adeta elinin, ayağının altını öpercesine yalvarır. Ancak Gençlerbirliği başkanı Nuh der, peygamber demez -acımasızlığa bak! :)- ve maçın oynanmasında ısrar eder.

Veli Amca'nın bu konudaki değerlendirmesi şöyle: "İki ezeli ve ebedi rakip arasındaki tansiyonu hayli yüksek ve şampiyonluğa istikamet verebilecek nitelikteki maçın ertelenmesi Gençlerbirliği'nin işine gelmiyordu." :)

Maçın başlamasına bir saat kalıncaya kadar 19 Mayıs Stadı soyunma odalarında da süren bu pazarlık sonuç vermeyince milli basketbolculardan, o sezonun amatör küme gol kralı santrfor Yılmaz Gündüz duygulanarak Genel Kaptan Natık As'a, "Bırak be ağabey, ne yalvarıyorsun. Gel, ben kaleci oynayacağım. Tek gol yersem karımı boşarım!" diye gürler ve bu gürleyiş diğer elemanlara doping yerine geçerek moral verir. Derler ki: "Sen gol yemezsen, goller bizden!" :)

Ve Ankaragücü bu tarihi maçı 4-1 kazanır. O yılın gol kralı, milli basketbolcu ve santrfor Yılmaz Gündüz maçta tek gol yemiştir, ama penaltıdan... Penaltıdan yediği gol, Yılmaz Gündüz'ün, eşi ünlü ses ve sahne sanatçısı Sevim Çağlayan'ı boşamasına yeterli bir neden teşkil etmez. Çünkü penaltı ve ofsayttan yenilecek goller anlaşmaya dâhil değildir. :)

63. ve 64 sayfalarda da Türkiye'nin ilk kadın amigosu Ankaragüçlü "Kürdan" Muazzez'in hikâyesi var. O da çok güzel... :)

Ankaragücü taraftarı arkadaşlar, sosyal medyada harekete geçerek ve gerekirse kulüp yönetimine baskı da yaparak bu kitabın yeniden basılmasını ve yayımlanmasını sağlamalı... Böyle güzel bir "futbol tarihi hazinesi" kaybolup gitmemeli... Size, 230 sayfadan oluşan bu güzel kitabın tahmini basım maliyetini söyleyeyim: 5.000 adet basılırsa sanırım 10.000 lira civarında bir maliyeti olur. Hali vakti yerinde olan Ankaragüçlü taraftarlar ile Ankaragüçlü matbaacılar devreye girer ve hele bir de sponsor bulunursa Ankaragücü kulübüne hiçbir maliyet yüklenmeden 10.000-20.000 kitap basılması mümkün olabilir.









30 Nisan 2013 Salı

KARAKOLDA BİTEN MAÇ!


Polatlıspor, 1963 yılında kurulmuş; 1980’li yıllarda 3. ve 2. liglerde mücadele etmiş; ilçemizin tarihi ve güzide kulübü... Şimdilerde Ankara 1. Amatör Kümede bulunan ve eski güzel günlerin özlemi içinde olan sarı-siyahlı kulüp bu yıl 50. yaşını kutluyor.

2012-2013 sezonunda, Ankara 1. Amatör Kümedeki dört grupta birinci ve ikinci sırayı alan sekiz takım, Amatör Süper Lige çıkacak üç takımı belirleyecek olan yükselme maçlarını oynamaya hak kazandı: Polatlıspor, Et Balıkspor, Yeniyolspor, Emniyetspor, Kalecikspor, Önderspor, Altındağ Belediyespor ve Esnafspor… Bu takımlardan Polatlıspor, iyi başlayamadığı sezonun ikinci yarısında ard arda aldığı galibiyetlerle müthiş bir çıkış göstermiş ve Güneşspor’un da ligden çekilmesiyle grubunda ikinci sırayı alarak yükselme grubuna kalmıştı. Biz de buna çok sevindik ve heyecanla üç takımın Amatör Süper Lige çıkacağı yükselme grubu maçlarını beklemeye başladık. Ve nihayet o futbol dolu günler geldi çattı. Yükselme grubundaki ilk maçını 19 Mart 2013 günü Ankara 19 Mayıs Stadı 2 No.lu Dış Sahada Et Balıkspor ile oynayan Polatlıspor 1-0 yenildi. Üzüldük ama umutluyduk. Henüz ilk maçlar oynandığı için yitirdiğimiz fazla bir şey yoktu. Bundan sonraki maçlarımızda daha iyi oynayıp kazanarak ilk üç takım arasına girebilirdik. İkinci maçımız 26 Mart 2013 Salı günü saat 15.00’te yine 19 Mayıs Stadı 2 No.lu Dış Sahadaydı. Rakibimiz Yeniyolspor iddialı ve güçlü bir takımdı. 2 No.lu Dış Sahaya vardığımda, Polatlıspor’un amigoları Ogu ve Ramço ile az sayıda taraftar kale arkasındaki tribünde oturmuş, çekirdek çitleyerek maç saatini bekliyorlardı. Ben de aralarına katıldım. Hoş beş derken maç da biraz sonra başladı. Cadde tarafındaki kaleyi almış olan Polatlıspor çok iyi ve baskılı oynuyor; sağlı sollu ataklarla rakip defansı bunaltıyordu. Takım her an gol atabilirdi. Biz de takımın bastırdığı ve gol aradığı anlarda o kadar heyecanlı, keyifli ve umutluyduk ki...

İşte her şey böyle çok iyi giderken, maçın 34. dakikasında cadde tarafındaki Polatlıspor ceza sahası yakınlarında bir ikili mücadelede iki futbolcu da yere düştü. Biz maçı kale arkası tribününden izlediğimiz için pozisyona oldukça uzaktık. Ne olduğunu anlayamadık. Orta hakem Barış Saka Polatlıspor lehine bir serbest vuruş verdi ama yerden kalkmakta olan Polatlısporlu futbolcuya bir anda kırmızı kartı gösterdi. Bu karar üzerine ortalık bir anda karıştı. Polatlısporlu futbolcular hakemin üstüne yürüdüler. Biz uzaktan orada neler olduğunu göremiyorduk. Sonradan öğrendiğimize göre, hakem futbolculardan yediği yumruk sonucu yere yığılmış ve bir süre yerden kalkamamış. Daha sonra güçlükle yerden kalkan hakem Barış Saka, maçı tatil eden düdüğü çalmış. Hakemin bu kararına karşı da tepki gösteren Polatlısporlu futbolcular yeniden hakemin üzerine yürümüş. Hakem, aldığı darbeler sonucu bir kez daha yere yığılmış ve uzun süre yerden kalkamamış. Bir anda gelişen bu olay sonrası saha görevlileri ile polisler olaya müdahale edip futbolcuları güçlükle sakinleştirmişler. Sonrasında futbolcular ite kaka soyunma odasına götürülürken, baygın durumdaki hakem Barış Saka’nın sedye ile ambulansa taşındığını görünce biz de ne olduğunu anlamak için ambulansın olduğu yere seğirttik. Bu arada Ogu da kendi kendine söyleniyordu: “Kötü oldu bu ya! Takım ne güzel oynuyordu, ayağına vuruyum!”

O arada ambulans hakemi hastaneye götürdü. Hakem hastanede rapor alıp şikâyetçi olmuş. Bu şikâyet üzerine üç polis, ellerinde bir listeyle geldiler. Olaya karışan futbolcuların ifadelerini almak için Polatlıspor'un otobüsünü listedeki topçularla beraber Gençlik Parkı’nın yanındaki Solmaz Kılıçtepe Karakolu’na davet ettiler. Sonradan öğrendiğime göre, takımdaki tüm futbolcular ve yöneticiler, olaya karışanların ifadesi alınıncaya kadar karakolda kalmışlar. İşlemler tamamlandıktan sonra Polatlı’ya dönmüşler.

Gördüğünüz gibi Polatlıspor dediniz mi heyecan, aşk, sevgi, tutku, kan, gözyaşı, kavga, kin, nefret, acı, sevinç, mutluluk, sürpriz, kısacası her şey var. Her an her şey olabilir. Tam bir Yeşilçam filmi gibi...

Çok umutlu olduğumuz, çok iyi başladığımız, galibiyete yakın olduğumuz bir maç ne yazık ki sahada değil karakolda bitti. Sonuç olarak Polatlıspor 3-0 hükmen yenik sayıldı ve antrenör Ali Kılavuz’a bir yıl süreyle görevden men, olaylara karışan 7 futbolcuya da 6 ile 21 maç arasında ceza verildi. Aslında Polatlıspor buna benzer bir olayı daha önce de yaşamış; Ankara Amatör Süper Ligi’nde mücadele ederken, 2006 yılının Mart ayında yine Yeniyolspor ile oynadığı maçta çıkan olaylar nedeniyle Amatör Futbol Federasyonu tarafından 1. Amatör Kümeye düşürülmüştü. Yani şimdi bir anlamda tarih tekerrür etmişti. Bu olay bana, “Tarih tekerrürden ibarettir derler. Hiç ders alınsa tekerrür eder mi?” sözünü anımsattı.

Yeniyolspor maçında yaşanan olaylar ve Polatlıspor'un antrenörü ile bazı futbolcularına verilen ağır cezalar tabii ki çok üzücü ve utandırıcı... Spor dostluk, arkadaşlık ve kardeşliktir. Şiddet hiçbir şekilde kabul edilemez ve mazur görülemez. Keşke böyle bir olay hiç yaşanmasaydı ve Polatlıspor’un adı böyle üzücü bir olaya hiç karışmasaydı.

Ama ortaya çıkan bu kötü tabloda Polatlılı futbolseverler olarak hepimizin payı var. Sorumluluk hepimizin! Bizim yıllardan beri en büyük isteğimiz ve özlemimiz nedir? Polatlıspor'u, bize acı-tatlı anılar yaşatan 50 yıllık kulübümüzü, paha biçilemez mücevherimizi iyi yerlerde görmek... Peki, Polatlıspor hangi ligde oynarsa oynasın biz armanın peşinde olduk mu? Taraftarlar olarak takımımıza gerekli desteği verdik mi? Şöyle bir düşünelim: Polatlıspor, hangi ligde olursa olsun, taraftar desteği her zaman arkasında olsa, takım tıklım tıklım dolu tribünler önünde oynasa, Kaymakam ve Belediye Başkanı başta olmak üzere Polatlı'nın ileri gelenleri yeterli desteği sağlasa ve her maçına gelmeye çalışsa, hepsi çok genç ve deneyimsiz olan futbolcularımız sahada bu kadar sorumsuz davranabilirler mi? Örneğin bir an için, anne ve babasından yeterli ölçüde ilgi, sevgi, maddi ve manevi destek görmeyen, gözden ve gönülden uzak olan bir kız ya da erkek çocuğunu gözümüzün önüne getirelim. Bu çocuktan ne bekleyebilirsiniz ki! Böyle çocukların ancak birkaçı Allah vergisi zekâsı ve yeteneğiyle bir yerlere gelebilir; geri kalanı o olumsuz ortam içinde kaybolur gider... İşte Polatlıspor'un durumu da aynen böyle... İlgiden, sevgiden, maddi ve manevi destekten yoksun, gözden ve gönülden uzak, kendi haline bırakılmış, 50 yıldır maçlarını oynadığı öz stadı olan Polatlı Ömer Yücel Stadı'ndan kovulmuş, 50 yıllık tarihi boyunca Polatlılı futbolseverlere yaşattığı acı-tatlı anıların ve yazmakta olduğu hikâyenin değerinin farkında olmayanlar tarafından paslı bir teneke parçası gibi tozun toprağın içine atılmış bir elmas mücevher... Elmas toza toprağa bulanırsa değerinden bir şey yitirir mi? Elbette ki hayır! Bir gün nasıl olsa bu elmas mücevherin bir teneke parçası olmadığı anlaşılacak ve gereken değer verilecek. Benim dileğim; çok geç olmadan, yani bu mücevher kırılıp parçalanmadan değerinin anlaşılması ve hak ettiği ilgi, sevgi ve desteğe kavuşması; tüm Polatlılı futbolseverler tarafından korunması kollanması... Bu tabii ki çok kolay değil, ama imkânsız da değil. Yeter ki inanılsın, yeter ki birlik olunsun.

Bu ağır cezalar Polatlıspor için bin milat olarak kabul edilmeli. Polatlılı futbolseverler olarak, Polatlı'ya ait olmayan ve ne zaman bırakıp gideceği hiç bilinmeyen oluşumlarla oyalanıp zaman yitirmeyi bırakıp bir an önce aslımıza, yani 50 yıllık güzel bir tarihi bünyesinde barındıran Polatlıspor'a dönmeliyiz. Polatlıspor'a verilen bu ağır cezaları bir fırsat kabul edip yeniden yapılanmak için hep birlikte kolları sıvamalıyız.

Bunun için:

-Sayın Kaymakam ve Belediye Başkanı başta olmak üzere Polatlı'nın ileri gelenleri Polatlıspor için, Polatlıspor'u yeniden ayağa kaldırıp eski güzel günlerine kavuşturmak için ellerinden geleni yapmalı, maddi ve manevi her türlü desteği sağlamalıdır.

-Ticaret Odası, Ticaret Borsası, esnaf odaları, Organize Sanayi Bölgesi, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, büyük ve küçük iş adamları, büyük ve küçük esnaflar, önde gelen bürokratlar, okullardaki futbolsever öğretmenler ve öğrenciler, kısacası tüm Polatlılı futbolseverler Polatlıspor'u ayağa kaldırmak, yeniden yapılandırmak ve eski güzel günlerine döndürmek için ellerini taşın altına koymalıdır.

Çünkü her Polatlılı futbolsever Polatlıspor için kendi çapında çok önemli maddi ve manevi yardımlarda bulunabilir. Örneğin Sayın Kaymakam ve Belediye Başkanı saygın kimlikleriyle her maça gelmek suretiyle Polatlıspor sevgisini toplumda yayma görevini üstlenebilir ve bütçenin elverdiği ölçüde yasal yardımlarla da destek sağlayabilirler. Ticaret Odası, Ticaret Borsası, Organize Sayani Bölgesi, esnaf odaları, dernekler, kooperatifler ve sendikalar gibi sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri ve üyeleri Polatlıspor'un önemini ortaya koyacak çalışmalar yapabilir, maçları izlemeye gelebilir ve bütçelerinin elverdiği ölçüde maddi yardımda bulunabilirler. Polatlılı iş adamları, tüccarlar ve esnaflar da bir yandan maçları kaçırmayıp, diğer yandan da güçlerine göre çeşitli şekillerde maddi ve manevi gönüllü destekler verebilirler. Önde gelen bürokratlar da maçlara gelmenin yanı sıra maaşlarından gönüllü olarak yaptıracakları gönüllü kesintilerle Polatlıspor'a küçük de olsa maddi bir kaynak yaratılmasına katkı sağlayabilirler. Belki futbolsever öğretmenler ve öğrenciler para veremezler ama en azından okullarda örgütlenip Polatlıspor'u tribünde destek vererek yalnız bırakmamaları bile bence çok önemli bir hizmettir. Çünkü futbol maçları ve tribünler daha çok gençlerin bir amaç uğrunda tek yürek halinde birleşebilecekleri en önemli sosyalleşme alanlarından birisidir. Bu nedenle de özellikle Polatlılı öğrenci gençlerin tribünlere çekilmesi bence çok önemlidir.

Sonuç olarak, varsa aradaki tüm kırgınlıklar, ayrılıklar bir an önce giderilip Polatlı'nın ileri gelen futbolseverlerinin yer aldığı çok güçlü ve uyumlu bir yönetim oluşturulmalı; futbol takımımız, Polatlıspor'u üç sezonda 3. lige çıkarabilecek potansiyele sahip futbolcularla ve teknik direktörle takviye edilmelidir. Güçlü yönetim oluşturulduktan sonra, mutlaka kalması gereken futbolcularımız dışında transfer edilecek futbolcular ve teknik direktör konusunda, halen menajerlik yapmakta olan Polatlıspor, Ankaragücü ve Trabzonspor'un eski futbolcularından Polatlılı Mehmet Soykök'ten de kesinlikle yararlanılmalıdır. Bilindiği gibi Mehmet Soykök, eski bir Polatlısporlu olup 25 Ocak 2013 günü çekilen hatıra fotoğrafında da yer almıştır. Ben, kendisinin seve seve yardımcı olacağı kanısındayım. Bu arada eğer ihtiyaç duyulursa ben de naçizane Ankara dışında yaşayan bir Polatlılı olarak elimden gelebilecek her türlü desteği sağlamak için çalışmaya hazırım.

Necdet Özkazancı
Ankara, 18 Nisan 2013

24 Ağustos 2012 Cuma

Çizgideki Gladyatör (Ziya Adnan'ın Metin Kurt ile yaptığı söyleşi)


Türk futbolunun anıt isimlerinden olan ve futbol oynadığı dönemde "Çizgi Metin" olarak anılan  Metin Kurt'u genç sayılabilecek bir yaşta yitirmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Başımız sağolsun.

Kendisiyle 2010 yılı Ocak ayının başında bir söyleşi için geldiği Nazım Hikmet Kültür Merkezinde tanışmıştık. Hakkında Vecdi Çıracıoğlu'nun kaleme aldığı "Gladyatör" adlı kitabı kendisine imzalatmıştım. 

Mayıs ayında Sevgili Ziya Adnan kendisiyle İstanbul'da güzel bir söyleşi gerçekleştirmişti. Söyleşinin bant çözümünü Nazım Hikmet Kültür Merkezinde Ziya ile birlikte yapmıştık. Lakabı "Çizgi Metin" olduğu için ve hakkında "Gladyatör" adlı bir kitap yazılmasından dolayı söyleşinin başlığını da "Çizgideki Gladyatör" olarak belirlemiştik. Bu söyleşi iki bölüm halinde 13 Mayıs 2012 ve 20 Mayıs 2012 tarihli Birgün gazetesinde yayınlanmıştı. 

Metin Kurt'u bu söyleşi ile anmak iyi olur diye düşündüm. 






ÇİZGİDEKİ GLADYATÖR - 1

(Ziya Adnan'ın 2012 yılı Mayıs ayında Metin Kurt ile yaptığı söyleşinin 1. bölümü)

O bir futbol efsanesiydi; ülke futbolunun 70’li yıllarda yetiştirdiği en önemli isimlerinin başında gelirdi. Ona ilerleyen yıllarda “Çizgi Metin” lakabını kazandıracak en bilinen özelliği, sürati ve topu metrelerce çizgi üzerinde sürmesiydi. Ancak düşünceleri ve futbolcuların sendikal örgütlenmesinde başrol oynaması yüzünden sistem tarafından dışlandı, futboldan uzaklaştırıldı... Futbol oynadığı döneme ilişkin anıları, 2009 yılında Vecdi Çıracıoğlu tarafından kitaplaştırıldı ve “Gladyatör” adıyla yayınlandı. Yıllar sonra güzel bir bahar günü Kadıköy’de, Nazım Kültür Merkezi’nde hoş bir söyleşi gerçekleştirdik eski yıldızla. Biz sorduk, o her zamanki içten üslubu ile cevapladı. Karşısınızda Metin Kurt, nam-ı diğer “Çizgi Metin”…


Siz Galatasaraylı Metin Kurt olarak biliniyorsunuz ama ben sizi hep PTT’li Metin olarak hatırlarım. Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

15 Aralık 1947’de İstanbul Fatih Karagümrük’te doğdum. Gençlik yıllarımda abim İsmail Kurt profesyonel futbolcuydu. Önce Galatasaray’da forma giydi, sonra Fenerbahçe’ye transfer oldu. Ailemize o bakıyordu, çünkü babamızı çok genç yaşta kaybetmiştik. İlerleyen zamanlarda aileden bir futbolcu çıkması gerekiyordu; çünkü ailenin ihtiyaçları vardı.

Futbolcular o yıllarda ailelerine bakacak kadar para kazanabiliyorlar mıydı?

Şunu kesin olarak söyleyeyim: Yıldızlar, daha doğrusu “yıldız yapılanlar” hangi devirde olursa olsun her zaman avantajlıdır. Çünkü onlar rol model olacaktır ki onları izleyen binlercesi onlar gibi olmaya çalışsın. Basit bir örnektir: Karagümrük’te sıradan bir genç kızdı, Yeşilçam’la tanıştı, Türkan Şoray oldu. Onun gibi olmak isteyen binlerce genç kız artist olmak, meşhur olmak amacıyla evden kaçmıştır. Diğer bir örnek de İbrahim Tatlıses’in amelelikten ünlü bir türkücülüğe uzanan hayat hikâyesidir.

Futbola nerede başladınız?

Önce Atatürk Erkek Lisesi, sonra amatör olarak oynadığım ilk kulüp İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü’dür. Ondan sonra Alibeyköy Adalet’e geçtim. Mahalli ligdeydi. Oradan Altay’a transfer oldum. 1965-66 sezonuydu. Bir sonraki sezonda Ankara’ya PTT takımına geldim. 1970’e kadar sarı-siyahlı takımda oynadım. O sene Galatasaray’a transfer oldum. 1970-76 yılları arasında sarı-kırmızılı takımın formasını giydim. İlk üç yılımda arka arkaya üç şampiyonluk yaşadık. Sonrasında 1976’dan 1978’e kadar Kayserispor’da forma giydim.

PTT’ye dönersek, babamın elimden tutup maçlara götürdüğü çocukluk yıllarımda maç öncesi Ankara 19 Mayıs Stadı’nda takım kadroları sayılırken şöyle bir anons yankılanırdı: “1-Cavit, 2-Yetik, 3-Esenali…” diye devam ederdi. Bize o yılların PTTsini, daha doğrusu Ankara futbolunu anlatır mısınız?

O yıllarda Ankara futbolu, gözü üç İstanbul takımında olan futbolcuların eğitim aldıkları bir yerdi. Ama inanın futbolcular arasında tam bir dayanışma, arkadaşlık, kardeşlik vardı. Biz PTT’de olağanüstü bir dayanışma içindeydik. Eski yoktu, yeni yoktu, abiler abilik yapardı; yeni gelenler adaptasyon zorluğu çekmezdi. Mesela ben 18 yaşında PTT’ye geldiğim halde kısa sürede takımın en önemli futbolcularından biri oldum. Ama o dönemdeki takım arkadaşlarımdan bazıları beni kıskansalardı, belki futbolcu olma şansım kalmayabilirdi.

Size neden “Çizgi Metin” derlerdi? “Halka yakın olmak için çizgide oynadım dermişsiniz, doğru mudur? (Gülüşmeler)

Galatasaray’da oynarken “Çizgi Metin” demeye başladılar. O da zamanın teknik direktörü Brian Birch’in sahayı genişletme amacıyla beni çizgide oynatmasıyla başladı. O yıllarda kanat atakları ve bindirmeler Türkiye’de pek bilinmiyordu. Benim görevim çizgide oynamaktı. Bizim taraftan atak yaparken çizgide oynar, diğer taraftan atak yaparken de ikinci direkte olurdum. O bir espriydi. Bunu bana sıkça soruyorlardı. En sonunda ben de bir gün dedim ki, “Bak arkadaş, ben halkçı bir adam değil miyim? Sahada halka en yakın yer neresi? Çizgi! Başka bir yerde mi oynayacaktım?” (gülüşmeler).

Peki, PTT’nin teknik direktörü kimdi? O yıllarda Ankara takımlarında önemli futbolcular var mıydı?

Teknik direktörümüz Bülent Giz idi. Köksal Mesci, Ertan Adatepe, kaybettiğimiz Zeki abi, Altan abi… Bunlar önemli futbolculardı.

O yıllardaki taraftar profilini bize anlatır mısınız? Maçlarda stat dolar mıydı?

Hayır. Stat ancak büyük maçlarda dolardı. Diğer maçları ise mahalle maçı gibi oynardık. Ama şurası bir gerçek ki stada gelenlerin büyük kısmı futbol oynamış ve futbolu bilen kişilerdi. O dönemde maçlara serbest giriş kartı da verildiği için amatör olarak futbol oynayan birçok izleyici maçlara gelirdi. Maçları futboldan anlayan kişiler izlerdi.

PTT’den Galatasaray’a geçtiğinizde transfer bedeli ne kadardı?

O zaman ben Galatasaray’dan 3 seneliğine 225 bin lira almıştım.

Bu, o zamanın şartlarında bir futbolcu için iyi para mıydı?

Tabii. O zaman başkaları bu kadar kolay para kazanmıyordu. Günümüzde sadece futbolcular değil, futbolun içindeki diğerleri de çok paralar kazanıyorlar. Hattta futbolculardan daha çok para kazananlar var. Mesela televizyonlarda program yapanlar.

Galatasaray’a gittiğinizde bir bocalama devresi yaşadınız mı?

Asla yaşamadım. Aksine kolay uyum sağladım. İşin ilginç yanı büyük risk almıştım. O sene benim de hayran olduğum, Türkiye’nin bir daha yetiştiremeyeceği Metin Oktay abimiz futbolu bırakmıştı ve ben aynı isimle Galatasaray’a transfer olmuştum.

Yani sizden beklenen Metin Oktay’ın yerini doldurmanız mıydı?

Tabii. Zaten üç yıl üst üste şampiyon olduğumuz dönemde en fazla golü ben atmıştım. Üstelik PTT’de yılda ancak iki, bilemediniz üç gol atardım.

Galatasaray’da o yıllarda önemli futbolcular olarak kimler vardı?

PTT’den üç futbolcu gelmiştik. Avni abi, Tuncay ve ben... Kalede Yasin ve Nihat vardı, ikisi de çok iyi kalecilerdi. Sağbek Ekrem vardı, onu da Ankara’dan tanırdım. Anlayacağınız takımda yabancılık çekmedim. Mesela Uğur abi, Ayhan abi, Muzaffer abi vardı. Büyük Mehmet, Gökmen, Çilli Mehmet… Kısacası kadromuz çok iyiydi…

O yıllara baktığınızda… Şimdiki futbolla o zamanları mukayese eder misiniz?

Çok açık ve net söyleyeyim: Sistem sporcunun ahlâkını nasıl bozduysa, medya da taraftarın oyun izleme zevkini elinden aldı. Mesela 12. adam hikâyesi! Bizim zamanımızda 12. adam diye bir şey yoktu. Seyirciyi farklılaştırdılar. Bence dinde yobazlık neyse futbolda da fanatizm odur.

Sizin zamanınızda Fenerbahçe-Galatasaray maçlarında şimdiki gibi ürküten bir gerilim olur muydu?

O zamanlar taraftarlar maçları birlikte, yan yana izlerdi. Kavga olmazdı. Biz futbolcular arasında da büyük kardeşlik vardı. Mesela benim yakın arkadaşım, aynı zamanda aile dostumuz karşımda oynayan Fenerbahçeli Serkan’dı. Eşi Ayşecik ile benim eşim yakın arkadaştı. Ama sahaya çıktığımız zaman karşılıklı mücadelimizi yapardık…

Şimdi her şey çok farklı öyle değil mi?

Elbette… Futbolcular yan yana görüldükleri zaman bile sıkıntı oluyor…

O zaman da şike var mıydı? Size şike teklif edildi mi?

Bana teklif edemediler. Ama bazı şike olaylarına tanık oldum… Üç türlü şike vardır. Para şikesi, hatır şikesi, insanların zaaflarından yararlanılarak yapılan şike… Futbolda şike, doping, mafya, kumar, ırkçılık, küfür, şiddet yoktur diyen yalan söyler. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda olmaması mümkün mü? Kara paranın döndüğü bir ortamda mafyanın olmaması mümkün mü?

Peki, futbolda şike var mıdır?

Kesin vardır… Sporda bir batakhane var günümüzde.

Nasıl görüyorsunuz şu anda ülke futbolunu?

Futbolcular bir batakhanede yüzüyorlar… Bu bataklığın şiddet yasası ile kurutulması mümkün değil... Ancak spor yasası ile çözümlenebilir. Şu anda spor bir meslek olarak bile tanımlanmıyor ülkede.

Sendikaya gelirsek, futbolda sendikalaşma hareketini ilk başlatan sizsiniz. Öyle değil mi?

Evet, 70’li yıllarda başlattık. Futbolcuların bugünlerini ve yarınlarını yöneticilerin iki dudağının arasından almak amacıyla başlattık. Amaç, sporcuların tribünlere saygılı, emeğine saygılı, onurlu birer emekçi olarak var olmalarını sağlamak; geleceklerini sosyal güvenlik sistemi içinde güvence altına almak. Mesela ben jübilee yapmadım...

Bu sendikalaşma hareketine karşı çıkanlar oldu mu?

Karşı çıkan olmadı ama beni Galatasaray’dan kovdular. Onlara göre sporcuları galeyane getiriyorduk!

Peki, geriye dönüp baktığınız zaman, böyle bir hareketin Türk futboluna faydalı olduğunu düşünüyor musunuz?

Kesinlikle! Günümüzde sporcular bu konuda biraz aydınlandıysa, bu biraz da bizim verdiğimiz mücadele sayesinde oldu.

Burada şunu belirtmek isterim: Naçizane görüşüm, Türkiye’de futbol belli takımlar üzerinden oynanıyor. Süper Lig, aslında çokları için üç İstanbul takımından ibaret... Ama örneğin 102 yıllık Ankaragücü perişan durumda, futbolcularına öğle yemeği çıkaracak kadar bile parası yok. Ve işin ilginç yanı, böylesine köklü bir kulübün neden bu duruma geldiğini kimseler sorgulamıyor. Doğru mudur?

Doğrudur. Günümüzde sermaye kesimi sporu rasyonalize etmek, kulüplerin yapısını değiştirmek istiyor. Yakın zamanda ülke kulüplerinin isimierinin önünde şirket isimleri görürseniz şaşırmayın. İşte bakın, o tarihi stadın ismi bir anda Fi-Yapı İnönü Stadı olmadı mı? Bugün üç İstanbul takımının borcu 1 milyar Euro’nun üzerinde... Oysa başlarında ülkenin önemli iş adamları var. Neden şirketlerini değil de kulüplerini borçlandırıyorlar?

Peki, ama biz bu gösterilen borçların doğru olup olmadığını nasıl bileceğiz?

İşte bu yüzden spor yasası çıkmalı ve yasa yönetmeliklerle düzenlenmeli; kulüpler de mutlaka bağımsız denetim kuruluşları tarafından denetlenmeli. Tribünlere oynayan, kulübünü borçlandıran, sözde “iş bitiren” yöneticilerin devri kapanmalı. Bugün kulüplerimizi yönetenlerin çoğu kendi reklamlarını yapmak, ön plana çıkmak amacıyla orada bulunuyorlar; asla spor olsun diye değil!







ÇİZGİDEKİ GLADYATÖR - 2

(Ziya Adnan'ın 2012 yılı Mayıs ayında Metin Kurt ile yaptığı söyleşinin 2. bölümü)

Geçen hafta “Çizgideki Gladyatör” Metin Kurt’la eski zamanları, Galatasaray yıllarını konuşmuştuk. Bu hafta bıraktığımız yerden devamla...

Peki, Galatasaray’dan sonra geldiğiniz Kayserispor’da vukuatınız oldu mu ?(Gülüşüyoruz)

Ben değişmeyeceğime, düzen değişmeyeceğine göre nasıl olmasın! Yerel gazeteye verdiğim bir demeç yüzünden beni kadro dışı bıraktılar ve 24 saat içinde şehri terk etmemi istediler. Ben de cevap olarak Kayserı’yi çok sevdiğimi, sözleşmem bitene kadar Kayseri’den ayrılmayacağımı söyledim. Sonra o başkan (Osman Erköse), “Kayserispor halkın takımıdır. Metin Kurt Kayserispor’un futbolcusudur. Halk onu istiyor. Lütfen takıma dönsün” diye açıklama yapmak zorunda kaldı. İki sezon Kayserispor’da oynadıktan sonra 30 yaşında futbolu bıraktım. Başkan kalmam için ısrar etti ama benim başka hedeflerim vardı. Siyasi alanda mücadelemi sürdürecektim. 1978 senesinde Politika gazetesinin spor müdürü olarak göreve başladım...

12 Eylül darbesinden nasıl etkilendiniz?

Ankara’da kurduğumuz amatör sporcular derneği kapatılmış, sendikalaşmamızın önüne geçilmişti. O dönemde futbol da dahil her şey yeni baştan inşa edildi. “Politika tatile çıktı, yaşasın futbol!” dönemi başlamıştı. Belli yatırımlar yapıldı ama önemli yerlere kendi adamlarını getirmeye, kadrolaşmaya başladılar. Belediye takımlarının kökleri o döneme dayanır.

Ne düşünüyorsunuz belediye takımları hakkında?

Belediye takımları ne işe yarar ki? Belediyenin işi halka hizmettir. Belediyenin takımı mı olur? Bakın işte, İstanbul’un bir sürü takımı var. Mesela yılların İstanbulspor’u var. “İstanbul Büyükşehir Belediye” olacağına, İstanbulspor olsa ya… Tarihi, taraftarları ve kökleri olmayan takımları doldurdular liglerimize. Oysa Şekerspor, Vefa, Beykoz, Altınordu gibi kulüpler yaşatılabilirdi. Ne yazık ki hepsi yok olup gitti...

Siz Ankaralısınız, şimdi size soruyorum: Belediye tarafından kurulmuş Ankaraspor diye bir takıma gerek var mıydı? O takıma harcanan para sizce ne kadardır? Ben size söyleyeyim, trilyonlar... Onca parayla keşke Ankaragücü’nü yaşatsaydınız! Alın işte, nereden geldiği belli olamayan, nereye gittiği belli olmayan tesisler. Onun yerine, bütün Ankara’ya, gençlere hizmet edecek açık spor alanları, oyun alanları yapsalardı ya o paralarla! Ama ülke futbolunda her şey tribünlere oynamak üzerine kurulu... Yaklaşık yarım asırdır bu işin içindeyim ve size şu kadarını söyleyeyim, kimse bu işin içinde spor olsun diye bulunmuyor! 

Peki, çözüm nerede?

Çözüm devrimci spor emekçilerinin ilkelerinde... Dört tane temel ilke var: (1) Çocuklar oynayacak, (2) Sporcular korunacak, sendikalaştırlacak, (3) Spor yasası çıkartılacak, (4) Düzenin sporu sorgulanacak. 

Sendikada kaç üyeniz var?

Yeterince üyemiz var, ama koruyamayacağımız sporcuları şimdilik üye yapmıyoruz. Şu anda tamamen spor yasasını hayata geçirmek, sempatizan kitlemizi genişletmek için uğraşıyoruz. İlk aşamada hukukçularla birlikte bir hukuk kurulu oluşturarak, 1 Mayıs’tan sonraki dönemde büyük ihtimalle spor hukuku kurultayı gerçekleştireceğiz. Bir yasa taslağı üzerine çalışıp, bize destek veren milletvekilleri ile kanun teklifi olarak meclisten geçirmeye çalışacağız...

Günümüzde Türk futboluna baktığınız zaman ne görüyorsunuz?

Bir batakhane görüyorum; gençleri yutan bir batakhane! Şöyle düşünün: Avrupa’da yaşayan olsa olsa 5 milyon gurbetçi, emekçi var. Peki, 5 milyondan bu kadar futbolcu yetişiyor da 75 milyondan neden yetişmiyor? Cevabı söyleyeyim: Sistem! Çünkü çocuklar Avrupa’da bu işin temel eğitiimini alıyorlar, bizde ise herkes tribünlere oynuyor! Ve bu düzen devam ettiği sürece, spor yasası çıkmadığı sürece, sistemi değiştirmediğiniz sürece onlar tribünlere oynamaya devam edecekler.

Galatasaray’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Valla bütün takımların geleceği bana göre aynı. Hani bizim zamanımızda bir reklam vardı, “yok birbirimizden farkımız” derlerdi ya, aynen öyle. Eskiden kulüplerde takımlarına hizmet etmiş, sembol olmuş sporcular vardı. Şimdi bunu görüyor musunuz? Şimdi neredeyse hepsi sanayici veya iş adamı… (Biraz duraklıyor ve devam ediyor). Ya da belediye başkanları! Ama artık şu gerçeği herkes yavaş yavaş görmeye başladı. Sporcuların sendikalaşması gerek. Artık bizi anlayan, üniversitelerde, medyada bize destek veren geniş bir kesim var.

Şike sürecini takip ettiniz mi. Nasıl sonuçlanacagını düşünüyorsunuz?

İnanın beni hiç ilgilendirmiyor. Aslında süreci de takip etmeye gerek yok, zira üç aşağı beş yukarı sonuç belli. Kararı verecek olanlar zaten tribünlere oynayanlar. Aynı bozuk düzeninin devam etmesi adına ellerinden geleni yapacaklardır şüphesiz. Çıkardıkları “Sporda Şiddet Yasası” aslında kendilerini koruma adına çıkartılmıştır. Taraftarların örgütlenmesine karşı çıkardılar o yasayı. Amaç tribünlerdeki protestoları engellemekti. Ama gelin görün ki geri tepti ve kendi kalelerine gol attılar. Çıkardıkları yasa aslında biraz önce tanımladığımız batakhaneyi parfümleme yasasıdır, asla kurutma yasası değildir. Eğer sporda toplumsal bir kazanç, toplumsal bir uyanış bekliyorsak, sağlıklı bir toplum yapısında sporun önemli bir rol oynamasını bekliyorsak, öncelikle bu batakhanenin kurutulması gerekiyor. Ve bu batakhaneyi kurutmanın tek yolu vardır, o da spor yasası!

Bu konuda taraftarları nasıl bilinçlendirmeyi düşünüyorsunuz?

Taraftarlarla sürekli iletişim halindeyiz ve onlara hep söylediğimiz şey şudur: “Taraftar olun, fanatik olmayın!” 12 adam saçmalığına son verilmeli. Bizim zamanımızda böyle bir kavram yoktu. Bu tamamen medyanın yarattığı bir kavramdır. Adam çoluk çocuğunun rızkından kesip takımıyla deplasmana gidiyor. Tamam, güzel de takımı son dakikalara önde girerse başlıyor hakem maçı bir an önce bitirsin diye başlıyor ıslıklamaya! Yahu, madem bu oyunu bu kadar çok seviyorsun on dakika daha fazla izlesene! Niye bir an önce bitsin istıyorsun? Çünkü herkes sonuca bakıyor, rekabete gidiyor. Bakın, medyada hiç, “Spor nedir, sporun sorunları, sporcunun sorunları nelerdir?” içerikli bir yazı, tartışma görüyor musunuz? Varsa yoksa o gol müydü, değil miydi, Ahmet niye oynadı, Mehmet niye oynamadı?

Günümüzde yöneticilik paraya dayanan bir kavram, oysa iyi bir yönetici olmak için para yetmez, o kişisel bir beceridir. Sizin zamanınızda da mı böyleydi, parayı bulan yönetici mi oluyordu?

Bizim zamanımızda da parayı basan, yönetici oluyordu. Ancak şimdi yöneticiler cebinden para harcamıyor. Bizim zamanımda tabiri caizse “gönüllü, yöneticiler” vardı. Futbol ve kulüp sevdası yüzünden batan yöneticiler oldu. 80’li yıllarda “Sportmence” dergisi için söyleşi yaptığımız Ali Şen şöyle konuşmuştu: “Ben bir işadamıyım. Kârlı görmediğim hiçbir işe yatırım yapmam. Ben Fenerbahçe kulübüne hizmet edeceğim ama Fenerbahçe kulübü de bana hizmet edecek!”

“Nasıl hizmet edecek?” diye sorduğum zaman da şu yanıtı vermişti: “Örneğin Bodrum’da turistik bir otel yapmaya karar verdiniz. Normal bir işadamı olsanız bürokrasi ile en az bir sene uğraşmanız gerek. Oysa Fenerbahçe başkanı olduğunuz zaman Turizm Bakanı’na, hatta Başbakan’a bir telefon açıp halledersiniz...”

Bunu yazabilir miyim?

Yazdık zaten, Sportmence dergisinde. “Kulübe hizmet et, reklamını yap, işini gör!” O zaman Ali Şen’in söylediği buydu. Ama şunun da altını çizdi: “Kulübe mutlaka hizmet edeceksin, kulübü kullanmayacaksın!” Söylediği, kulübü borçlandırıp batağa sürüklememek...

O yıllarda birlikte çalıştığınız, en sevdiğinizi saygı duyduğunuz teknik direktör kimdi?

Kuşkusuz Brian Birch… Hatta onunla ilgili unutamadığım bir anım vardır. Birch Türkiye’ye ikinci kez geldiğinde, havaalanında eline bir gazete veriyorlar. Baş sayfadan bakmaya başlayınca, gazeteciler dayanamayıp, “Hoca, spor sayfası arkada unuttun mu?” diye soruyorlar. Birch, “Yo, ben Metin Kurt’u arıyorum!” diyor. Şaşırıyor gazeteciler ve soruyorlar: “Neden Metin Kurt’u arıyorsun?” Birch cevabı yapıştırıyor: “Eee, Başbakan olmadı mı o?” (Gülüşüyoruz)

Sizce yabancı teknik direktörlerin ve yabancı futbolcuların Türkiye futboluna katkısı oldu mu?

Bana kalsa ben yabancı teknik direktör ve yabancı futbolcu kullanmam. Onun yerine bizim teknik direktörlerin daha iyi eğitilmesi için çaba harcarım. Gerekirse onların yurt dışında eğitim almalarını sağlar, ama tercihimi yerlilerden yana kullanırım...

Yabancı futbolcu transferinin serbest kalması konusunda görüşünüz nedir?

Bana kalsa bir hayli kısıtlanması gerekiyor. Yabancı futbolcu ve teknik direktörler kulüplerimize ciddi mali yük bindirmekte, cari açık ve borçlanma büyümektedir. Bu sektörde biz ithalat mı yapıyoruz, yoksa ihracat mı? Bence buna karar verelim. Bunca genç nüfustan dışarıya yollayabildiğimiz futbolcu sayısına baktığımızda ortaya çıkan fotoğraf sistemin bozukluğunu anlatıyor aslında...

Futbolu özlüyor musunuz?

Hiç özlemiyorum. Ben futbol oynarken de futbolu sevmiyordum ki! Sadece iş olarak görüyordum. Çocukluk yıllarımda çok severdim ama profesyonel olduktan sonra sadece iş, hatta sıkıcı iş olarak görürdüm...

Ama çok yetenekliydiniz?

Ona da mecburdum. Çünkü başarılı olmadan para kazanılmıyor. Hepimizin aileleri ve bakmak zorunda olduğumuz sevdikleri var...

Söyleşi için çok teşekkür ederim. Bu arada eklemek istediğiniz, benim atladığım bir konu varsa...

Evet var... Öncelikle bugün ülkemizde futbolun bir batakhane olduğunu, bu batakhanenin kurutulmasının yolunun spor yasasından geçtiğini, bu sektörde çalışan emekçilerin yaptıkları işin meslek olduğunu ve iş kolu haline gelmesi gerektiğini artık kabul edelim. Artık bu bozuk sistemin değişmesi gerek.

Bu güzel söyleşi için teşekkür ettim, çocukluk yıllarımın efsane futbolcusuna. Ayrılırken aklımda “Hep PTT’li Metin olarak kalacağını” söyledim. Gülümsedi, Ankara’ya selam söyledi...

Ziya Adnan



28 Aralık 2009 Pazartesi

ORTALA SADIK ORTALA! BOMBALA HURUBEŞ BOMBALA!



Mayıs 1981…

Başkent Ankara’nın sarı-lacivertli takımı Ankaragücü 2. ligde mücadele ederken, daha önce dünya futbolunda hiçbir takımın başaramadığı bir mucizeye imza atıyor ve Türkiye Kupasını müzesine götürüyordu.

Adil, Hikmet, Fuat, İhsan, Haluk, Taner, Cüneyt, Nazmi, İrfan, Mehmet, Sadık…

Final maçının bitiş düdüğüyle birlikte Bolu Stadında tel örgülerin üzerinden taraftarlarının üzerine atlayıp onlarla kucaklaşan futbolcular… Kaptan Adil’in, tribündeki taraftarların üzerine uçtuğu o anı ölümsüzleştiren ve Avrupa’da yılın fotoğrafı seçilen unutulmaz kare…

Dönüş yolunda Bolu’dan Ankara’ya uzanan kilometrelerce uzunluktaki konvoy…

Ve bir zamanlar Ankaragücü maçlarında, 19 Mayıs Stadı’nın tribünlerinden dalga dalga yayılan tezahürat:

“Gururluyuz Güçlüyüz, biz Ankaragüçlüyüz…”
“Ortala Sadık ortala! Bombala Hurubeş bombala!”

O tarihten günümüze kadar bir daha hiçbir 2. Lig takımı Türkiye Kupasını kazanamadı. Ama kaderin cilvesine bakın ki, yıllardır “Kupa Beyi” olarak anılan Ankaragücü de kupa alamadı.

*****

O günden 28 yıl sonra…

Aralık 2009…

Sevimsiz geçen bir yılın son günlerinde, o efsane kadrodan ‘Maradona Sadık’, ‘Hurubeş (Hrubesch) Mehmet’ ve ‘Deli İhsan’ ile bir araya geldik, şimdi çok geride kalmış olan o eski güzel günleri yâd ettik. Biz sorduk, onlar yanıtladı.



Ziya Adnan: Yeni taraftar nesli sizleri hiç tanımıyor. Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Maradona Sadık (Sadık Aksöz): Futbola Ankara Demirspor’da başladım. İki yıl Ankara Demirspor genç takımında, bir yıl da ‘A’ takımında oynadım. 1976 yılında Gaziantepspor’a transfer oldum. İki yıl da Gaziantepspor’da oynadıktan sonra 1978 yılında Ankaragücü’ne geldim ve 1986 yılına kadar Ankaragücü formasını giydim. Daha sonra bir yıl kiralık olarak Gençlerbirliği’nde ve sonra da Hacettepe’de oynadıktan sora 1988 yılında futbolu bıraktım.

Hurubeş Mehmet (Mehmet Şahin): Ankara 1957doğumluyum. Amatör olarak Ziraat ve daha sonra da Günespor’da oynadıktan sonra 1980 yılında Ankaragücü’ne geldim. 1986 yılına kadar Ankaragücü’nde forma giydikten sonra Adana Demirspor’a transfer oldum. Sonra da 1987 yılında kiralık olarak Kahraman Maraşspor’da oynadım.

Deli İhsan (İhsan Kavak): Batman 1955 doğumluyum. 1970 yılında Gençlerbirliği genç takımında futbola başladım. 1972’de (A) takımında oynadım. Sonrasında Fenerbahçe ve Bursaspor’da forma giydim. 1980 yılına kadar Bursaspor’da oynadım. 1980-81 sezonunda Ankaragücü’ne transfer oldum. 1985 yılına kadar Ankaragücü’nde kaldım. 1986 yılında Gençlerbirliği’nde futbolu bıraktım.

Ziya: Her zaman merak ettiğim konulardan biri, sizin aynı takımda bir araya gelmeniz bilinçli bir teknik direktör seçimi miydi, yoksa tamamen bir rastlantı mıydı?

Sadık: Tamamen bir rastlantıydı.

Necdet Özkazancı: Yani, ‘Sadık ortayı yapsın’, ‘Mehmet kafayı vursun’ gibi bir düşünce yoktu. Öyle mi?

Mehmet: Evet. Gerçi Ankaragücü yönetimi o sezon güçlü bir takım kurmak için kolları sıvamıştı. Ama bizim bir araya gelmemiz tesadüf oldu.

İhsan: Örneğin ben Bursaspor’dan Sakaryaspor’a gidiyordum. Son anda Baskın Soysal hocamız beni Ankaragücü’ne getirdi. (Bu arada Ankaragücü’nün efsane kalecilerinden Baskın Soysalı rahmetle anıyoruz.)

Sadık: Ben 1978 yılında Ankaragücü’ne geldiğimde takım küme düşmüştü. Ancak 1. Ligdeki kadrosunu aynen korumuştu. O sezon 2.ligde mücadele ettik ve grup ikincisi olduk.

Ziya: Yani, Kadri Aytaç ile 1.lige çıkamayan takıma gelmiştiniz.

Sadık: Evet. O sezon Kayserispor ile İzmir’de 1.lige yükselme maçında yenildiğimiz için 1. lige çıkamadık. Bunun üzerine kadro dağıtıldı ve genç futbolcularla yola devam kararı alındı. Yönetim, takımın ligde tutunmasını hedefliyordu. Ama biz umulanın üzerinde bir performans göstererek, Mersin İdmanyurdu’nun şampiyon olduğu grupta 3. olarak 1. Lige yükselme maçı oynama hakkını kıl payı kaçırdık. 1980-81 sezonunun başında ise yönetim şampiyonluğu hedefleyerek takıma ciddi takviyeler yaptı. İşte İhsan, Cüneyt, Mehmet gibi isimler o zaman takıma katıldı.

Necdet: Şimdiki taraftarlarda pek göremiyoruz ama sizin oynadığınız o yıllarda, taraftarlar futbolcuların birçoğuna lakap takmıştı: Maradona Sadık, Hurubeş Mehmet, Deli İhsan, Bonhof Nazmi, Kaptan Adil gibi… Bunlar taraftarların, tuttukları takımın futbolcusuna olan sevgilerini göstermelerinin bir yolu gibi geliyor bana. Siz nasıl görüyordunuz, taraftarın sizi lakabınızla anmasını?

Sadık: Sanıyorum taraftarlar özelliklerimize bakıp, bizi yabancı ünlü futbolcularla özdeşleştiriyorlardı. Örneğin benim oyun stilimi ve sol ayaklı olmamı Maradona’ya, Mehmet’in uzun boyuyla hava toplarına olan hâkimiyetini ve kafa gollerini Hurubeş’e, Nazmi’nin uzaktan sert ve isabetli şutlarını Bonhof’a benzettikleri için olsa gerek böyle lakaplar takmışlardı. Bizim için de hoş bir duyguydu tabii.

Necdet: Bir insana “Deli” derseniz belki de çok kızar ve kavga bile çıkarır ama taraftar İhsan’a “Deli” dediği zaman bu bir anda sevgi sözcüğü haline geliyor sanki.

İhsan: Evet. Ben bazı maçlarda sakat sakat, hatta bazen kırık kaburgayla bile oynadım. Gerektiğinde savunmada sert mücadeleden kaçınmadım. Bu, belki de bir delilik… Ama başka seçenek de yoktu. Kadro çok kısıtlıydı. 14 futbolcuyla maça çıktığımız zamanlar oldu. Sakat sakat da olsa oynamak zorundaydık.

Ziya: O zaman da günümüzdeki gibi yüksek transfer ücretleri var mıydı? Günümüzle kıyasladığımızda ortaya çıkan rakamlar nasıldı?

İhsan: O dönemde bu kadar yüksek transfer ücretleri yoktu. Bir kıyaslama yapacak olursak bugün bir futbolcunun aldığı bir maçlık galibiyet primi o zamanın neredeyse bir yıllık transfer ücretine eşitti. Çünkü o zamanlar kulüpler ciddi sıkıntılar içinde yaşamaya çalışıyorlardı. Malzeme sıkıntısı vardı. Örneğin maç topumuz bir taneydi. Eski Ankaragücü Stadı’nda antrenman yapardık. Toprak zeminli saha zımpara gibiydi. Yağmurlu günlerde balçık olurdu ve biz bu şartlarda maçlara hazırlanırdık.

Ziya: O zamanlar Ankaragücü Stadı daha yıkılmamıştı değil mi?

İhsan: Evet. O statta yatakhane vardı ve 14 kişi bir odada yattığımız olurdu.

Sadık: Hatta çok iyi anımsıyorum. Yemeklerimiz MKE’den gelirdi.

Ziya: Peki o dönemin havasını bize anlatır mısınız? Takım olarak, yönetim olarak, taraftar olarak, tribün olarak özetler misiniz? Şöyle bir geçmişe dönseniz orada nasıl bir Ankaragücü vardı?


Mehmet: Her şeyden önce takım içinde büyük bir dostluk, samimiyet ve kardeşlik vardı. Kocaman bir aile gibiydik. Şunu belirtmeden geçemeyeceğim. O dönemde Ankaragücü her futbolcunun forma giymek isteyeceği bir kulüptü. Ankaragücü bir idoldü. Ankaragücü’nde oynamak bile başlı başına bir şerefti.

İhsan: (Gülerek) Daha sonra yıllarca Galatasaray’ın kalesini koruyacak olan Eser ile birlikte Ankaragücü’nün seçmelerine gitmiştik. Bize sıra gelmediği için Fehmi hoca bizi Gençlerbirliği’ne götürdü. Ama Ankaragüçlüydük. Zaten o zamanlar Ankaralı her futbolsever çocuğun formasını giymek istediği takım Ankaragücü’ydü. Herkesin gözü küçüklüğünden itibaren Ankaragücü’ndeydi.

Mehmet: Benim Ankaragücü’ne gelmemde hepimizde büyük emeği olan rahmetli Veli Necdet Arığ’ın katkısı olmuştur. Kendisini rahmetle anıyorum.

Necdet: Mehmet, sen Ankaragücü’ne amatör kümeden geldin. O dönemde Ankaragücü yöneticilerinin amatör kümeleri izleyip keşfettikleri futbolcuları kulübe kazandırdıklarını anımsıyoruz. Günümüzde de amatör kümelerin izlenip izlenmediği konusunda bilginiz var mı?

Mehmet: İzlediklerini pek sanmıyorum. Zaten takıma bakıldığında da izlenmediği belli oluyor.

Sadık: O dönemde altyapıdan da çok futbolcu geliyordu. Fuat, Hasan, İrfan gibi önemli oyuncular çıkmıştı. Ankaragücü’nün altyapıya önem verdiği bilindiği için genç futbolcular Ankaragücü’ne kapağı atmaya çalışırlardı.



Necdet: Peki, o zamanlar tribün manzaraları nasıldı? Sahaya çıkarken tribünleri gördüğünüzde ne hissederdiniz?

İhsan: Ben Ankaragücü’ne 1.ligdeki Bursaspor’dan gelmiştim. İlk maçımda sahaya çıkarken tribünleri gördüğümde çok şaşırdım; gözlerime inanamadım. Takım 2. ligdeydi ama stat tıklım tıklımdı. Ayrıca günümüzdeki gibi tribün grupları yoktu. Bütün tribünler tek sesti.

Sadık: Çok ilginç bir durumdur. Biz, birçok maç öncesinde Ankaragücü Stadından 19 Mayıs Stadına, taraftarlarla kol kola yürüyerek gitmişizdir. Böyle içten ve samimi bir hava vardı. Şimdiki gibi tribün kutuplaşmaları yoktu. Herkes yalnızca Ankaragüçlüydü. Çok güzel ve zevkli günlerdi.

Ziya: Necdet Abi ile geçen hafta Sivasspor maçını Gecekondu tribününde izledik. Her tribünden ayrı bir tezahürat yapılıyordu ve kimin ne söylediği anlaşılmıyordu.

İhsan: Takım başarılı olsa, ben tribünlerin birleşeceğine inanıyorum.

Ziya: Ben şahsen, takım sahaya çıkarken tribünlerde “Gururluyuz Güçlüyüz Ankaragüçlüyüz!” tezahüratının söylenmemesinden üzüntü duyuyorum.

Sadık: Burada bir ekleme yapmak istiyorum. İstanbul takımları ile oynadığımız maçlarda, örneğin bir Fenerbahçe maçında Ankara 19 Mayıs Stadının tribünleri tamamına yakını Ankaragüçlü taraftarlardan oluşurdu; 1500 civarında da Fenerbahçe taraftarı olurdu.

Ziya: Taraftarlarla ilgili ilginç bir anınız var mı?

Mehmet: Ben bir anımı kısaca anlatayım: Ankara’da Fenerbahçe ile oynadığımız maçtan önce stat dışında taraftarlarla sohbete dalmıştım. Sonra ısınmak için stada girmek istediğimde polis beni içeri almadı. “Yahu bırak gireyim, ben olmadan bu maç oynanamaz” diyorum. Polis de “Stat dolu, yer yok, giremezsin” diye cevap veriyor. Biz böyle tartışırken olayı gören Ziya Şengül, “Yahu bu adam olmadan maç oynanmaz, bırak girsin” dedi. Sonra biraz düşündü ve gülerek, “Aslında içeri almazsan fena olmaz ama gene de alman lazım” diye şaka yaptı.

Ziya: Kulüp başkanları ve yöneticilerinin kulübe ve futbola bakışı nasıldı?

Sadık: Yöneticilerde tamamen amatörce bir bakış açısı vardı. Kulüp için kendi ceplerinden para harcarlardı.

İhsan: Sabri Mermutlu çok büyük bir başkandı. Başkanlığı bırakırken, bizim bütün alacaklarımızı cebinden ödedi ve kulübü borçsuz olarak yeni yönetime teslim etti. Ayrıca yöneticileri de toplayarak, alacağı olan varsa bana gelsin ödeyeyim demişti. Bunu hiç unutmam. 12 yıllık başkanlığı sonrasında kulübü borç batağında bırakan Cemal Aydın ve yönetimini gördüğümüzde Sabri Mermutlu’nun yaptıklarının değerini daha iyi anlıyoruz.

Mehmet: Transfer görüşmelerinde yöneticilerden oluşan bir heyetin önünde, onlara olan güvenimiz ve saygımız sebebiyle boş mukaveleye imza atıp çıktığımız çok olmuştur.

Sadık: Onların amatörce bakış açısı ve takım sevgisi bize de yansır ve mesleğimize amatörce bakmamızı sağlardı. Verdikleri sözleri de yerine getirirlerdi.

Necdet: İltifat ediyor gibi olmasın ama şu andaki Ankaragücü futbolcularına baktığımızda bir Maradona Sadık, bir Hurubeş Mehmet, bir Deli İhsan kalitesinde ve yüreğiyle oynayan futbolcuları pek göremiyoruz. Keşke o zaman değil de şimdi futbolcu olsaydım dediğiniz zamanlar oluyor mu?

Sadık: (Gülerek) Olaya maddi açıdan bakarsak oluyor tabii.

Necdet: Transfer teklifleri alıyor muydunuz?

Sadık: Tabii alıyorduk. Ama o günün şartlarında bir takımdan diğerine transfer olmak kolay değildi.

Mehmet: Örneğin beni Beşiktaş istemişti ama yönetim vermemişti.

İhsan: Mukavelenin süresi dolduğunda kulübün temdit etme (süresini uzatma) hakkı vardı. Kulübün satışa çıkardığı bir futbolcu için belirlenen transfer ücretini ödeyecek kulüp çıkmazsa, futbolcunun kendi kulübü satış bedelinin beşte birini ödeyerek sözleşmeyi uzatabilirdi.

Ziya: Yani kulüp istemedikten sonra futbolcunun kulüpten ayrılması imkânsız gibi bir şeydi. Öyle mi?

Sadık: Evet. Çoğumuzun sözleşmesi böyle uzatılarak kulüpte kalmışızdır.

Ziya: O zamanlar kulüpte görev yapan yöneticiler Ankaragüçlü müydü?

İhsan: Hiç kuşkusuz öyle... Başkan ve yöneticiler kulüp için ceplerinden çok para harcarlardı. Hatta eski başkanlardan Güngör Türköz’ün Ankaragücü için harcadığı paralar yüzünden işlerinin bozulma noktasına geldiği söylenir. Ondan sonraki başkanlardan Nurettin Çarmıklı da kulüp için cebinden çok harcama yapmıştı. Ama ne yazık ki özellikle Cemal Aydın döneminde bu işler tersine döndü. Bir dergide yazdığım son yazıda da bu konuyu işledim. Ankaragüçlülük ruhunu, her şeyin amatörce olduğunu, yöneticilerin hep ceplerinden harcadığını, ama şimdiki yöneticilerin Ankaragücü’nü, kalburüstü insanlarla kişisel ilişkilerini geliştirmek amacıyla kullanmaya çalıştıklarını anlattım. Hele başkanlar! Başkanlar günümüzde Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ile yan yana oturup maç izliyorlar. Cemal Aydın Ankaragücü’ne başkan olmadan önce kendisini kim tanırdı? Üstelik kendisi Ankaragüçlü de değil… Gençlerbirliği yöneticisiyken hasbelkader Ankaragücü’ne yönetici oldu, sonra da kulüp kaos içine girince Melih Gökçek’in başkan olmasını engellemek için, Karadenizli olan Mesut Yılmaz’ın desteğiyle kulübe başkan yapıldı. Başkan olmadan önce eski bir arabası vardı. Başkanlıktan ayrılmış olduğuna göre, başkan olduktan sonraki mal varlığını açıklamasını istemek en doğal hakkımızdır. Ben bu konu hakkında çok yazdım ama şimdiye kadar bir yanıt alamadım.

Ziya: Maçlara gidiyor musunuz?

Sadık: Ben altı yıldır maçlara gitmiyorum.

Ziya: “Neden?” diye sorsam…

Sadık: Ben futbolu bıraktıktan sonra da Ankaragücü’ne antrenör olarak hizmet ettim. Ama şimdi kırgınım. Kulübün, eski futbolcularından yeterince yararlanmadığını düşünüyorum. Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlük yapan eski Ankaragüçlü futbolcuların sayısının azlığı zaten durumu özetliyor.
Mehmet: Biz de İhsan ile arada bir maçlara gidiyoruz.

Ziya: Sizin gibi Ankaragücü’ne mal olmuş isimlerin antrenörlük olmasa bile kulüp bünyesinde bir şekilde hizmet verebilmesini beklerdim. Bu kadar dışarıda kalmışlık neden?

Sadık: Kulüp yönetimine karşı biraz kırgınlık var. İşin doğrusu bizi tanımıyorlar.

İhsan: Cemal Aydın’ın etrafındaki yöneticiler bile, Ankaragücü ile ilgisi olmayan insanlar. Ayrıca futbolcu menajerleriyle olan ilişkiler de ayrı bir soru işaretidir. Son yıllarda kulüpten onlarca yabancı futbolcu geldi geçti, bunlardan kaçının isimlerini anımsıyorsunuz? Bu dönemde Ankaragücü’ne 143 yabancı futbolcu gelip gitmiş. Kaç liraya gelmişler, kaç liraya gitmişler? Bu konuda sorduğum soruların hepsi yanıtsız kaldı.

Sadık: Günümüzde maalesef Ankaragücü camiasına mal olmuş futbolcu yok. Örneğin ben, 1978’de geldim 1986’ya kadar oynadım. Mehmet 1980’de gelmiş 1985’e kadar oynamış. İhsan sekiz yıl, Adil Kaptan 8 yıl, Haluk 12 yıl hizmet etmiş. O kadro tesadüfen bir araya gelmişti ama uzun yıllar birlikteliğini korudu ve birçok futbolcu camiaya mal oldu.

Necdet: Eski günleri bilenler, 1986 yılına kadar olan Ankaragücü kadrosunu ezbere sayabiliyorlar. Ama günümüzde maalesef bu mümkün değil.

Sadık: Çünkü o zamanlar uzun yıllar boyunca birlikte oynadık. Biz gerçekten iyi bir takımdık. İkinci ligden çıktığımızda, takımı hiç bozmadan Halil İbrahim, Alper gibi birkaç takviye ile uzun yıllar hizmet verdik.

Ziya: Birleşme konusunda ne düşünüyorsunuz?

Sadık: Aslında küme düşen Ankaraspor değil, Ankaragücü’dür. Ankaragücü’nün kadrosundaki futbolcuların çoğu, Beştepe’deki personel dışarıda kaldı. İşin aslına bakarsanız esasında olan Ankaragücü’ne oldu.

Ziya: Ligin ilk yarısının son maçında sahaya çıkan 11’in 9’u Ankaraspor’dan gelen futbolculardan oluşuyordu. Bu durumda istikrarlı bir kadrodan söz edilebilir mi?

Sadık: Tabii ki söz edilemez.

Ziya: İyi bir takım olabilmek, bir takım ruhu yaratabilmek için altyapıdan yetişmiş en az 3-4 futbolcunun olması gerekir. Bunun en güzel örneği, UEFA Kupasını kazanmış olan Galatasaray kadrosudur.

Mehmet: Maalesef günümüzde o ruhu görebilmek imkânsız.

Ziya: Şu andaki durumu nasıl görüyorsunuz?

İhsan: (Gülerek) Şu anda bir şey göremiyoruz. Şu anda kimse kulüp hakkında bir fikir sahibi değil. Ocak ayındaki kongreden sonra neler olacağını ne Melih Gökçek, ne Cemal Aydın ne de başka bir kişi biliyor. Cemal Aydın kanadının, 400 delege kaydının iptali ve mahkeme kanalıyla genel kurulun toplanmasını engellemek için girişimleri olduğunu duyuyoruz. Eğer 400 delegenin kaydının iptali gerçekleşir ve Cemal Aydın tekrar yönetime gelirse zaten takım düşer. Çünkü 40 milyon lira borç var ve hiçbir futbolcuya para veremezler.

Ziya: Peki sizin oynadığınız dönemlerde Ankaragücü kongre üyeliği, seçimler ve başkanlık nasıl gerçekleşirdi?

İhsan: Başkanlık seçimi 4 yılda bir yapılırdı. Ortada bir rant olmadığı için cebinden para verebilecek adamlar yönetime girerdi ve rant olmadığı için taraftar da bu işlere karışmazdı.

Ziya: O dönemlerde cebinde parası olup da yönetici olmak isteyen kişilerde Ankaragüçlü olma zorunluluğu aranır mıydı?

İhsan: İçinde Ankaragücü sevgisi olmayan zaten yönetime talip olmazdı. Çünkü rant yoktu. Örneğin İlhan Cavcav da aslında hasta Ankaragüçlüdür. Zamanında Ankaragücü’ne yönetici de olmak istemiştir. Ancak Sabri Mermutlu da un sanayicisi olduğu için onu Ankaragücü’ne yönetici yapmamış ve İlhan Cavcav da Gençlerbirliği’ne başkan olmuştur.

Necdet: Merak ettiğimiz bir konu da Ankaragücü’nün kongre üyesi olup olmadığınız?

Sadık – Mehmet – İhsan: Hayır. Kulübün kongre üyesi değiliz.

Ziya: Tekrar geçmişe dönersek, Bolu’da oynanan kupa finalinden sonra tel örgülerin üzerinden taraftarların üzerine uçarak atlayan Kaptan Adil’in fotoğrafı Avrupa’da yılın spor fotoğrafı seçilmişti. O anda neler hissetmiştiniz?

Mehmet: Aslında planlanmış bir şey değildi. Maç bitip de kupayı kazandığımızda sevinçten ne yapacağımızı şaşırmıştık. Tel örgülerin üzerinde taraftarların üzerine ilk atlayan futbolcu İhsan oldu.

Necdet: (Gülerek) Hiç yere düşeriz, beton tribüne çakılırız diye bir korku aklınıza gelmedi mi?

Mehmet: (Gülerek) Taraftarların ellerinin üzerindesin zaten, bir şey olmaz ki!

İhsan: Ben, maç sonrasında sevincimizi paylaşmak için taraftarların bulunduğu tribünün önüne gitmiştim. O andaki duygularla tel örgülere nasıl tırmandığımı, taraftarların üzerine nasıl atladığımı anımsamıyorum. Birden kendimi taraftarların ellerinin üzerinde buldum. Beni

Mehmet, Adil, Fuat ve diğer futbolcular takip etti. Bolu’dan Ankara’ya muazzam bir konvoyla döndüğümüzü anımsıyorum.

Sadık: Ankara’ya geldiğimiz zaman 12 Eylül döneminin sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen binlerce kişi Cumhurbaşkanlığı Köşkü önünde muhteşem bir kutlama yapmıştı.

Ziya – Necdet: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.

Sadık – Mehmet – İhsan: Biz de teşekkür ederiz.

ZİYA ADNAN – NECDET ÖZKAZANCI
25 ARALIK 2009















Gerek Ankaragücü'nün ve gerekse Gençlerbirliği'nin yöneticileri, üyeleri ve taraftarlarının, bir zamanlar takımlarının formasını giymiş ve emek vermiş futbolcularını unutmamaları, onlara gereken sevgi, saygı ve ilgiyi göstermeleri; onları güzel ve keyifli anılarla her zaman hatırlamaları bir camia olabilmenin, "Biz bir camiayız!" diyebilmenin en önemli koşullarından biridir bence...

Ankaragücü'ne, 1981 yılında 2. ligdeyken Türkiye Kupasını kazandıran efsane kadronun efsane futbolcuları Maradona Sadık'a, Hurubeş Mehmet'e ve Deli İhsan'a bu güzel ve keyifli sohbet için bir kez daha teşekkür ederim.

14 Kasım 2009 Cumartesi

VELİ NECDET ARIĞ'DAN ANILAR


Kısa süre önce yitirdiğimiz Zündap Hüseyin’in ardından, Ankara futbolunun çok büyük değerlerinden birini daha, Ankaragücü camiasının Veli Amcasını, Veli Dedesini 86 yaşında yitirdik. Üzüntümüz sözcüklerle anlatılamaz. Ankaragücü camiasının, Ankara futbolunun, acılı ailesinin ve hepimizin başı sağ olsun. Nur içinde yat Veli Amca…

Merhum Veli Necdet Arığ’ın 1996 yılında, Ankaragücü’nün 86. yılı anısına yazdığı “MKE ANKARAGÜCÜ BELGESELİ” (228 büyük sayfa) adlı bir kitabı var. Şimdi piyasada bulunmayan, ancak fotokopiyle çoğaltılarak elden ele gezebilen bu müthiş kitapta Ankaragücü’nün bütün tarihi, bilgiler ve anılar çok güzel bir şekilde harmanlanarak anlatılmış. İşte ben de o kitapta yer alan bazı hoş anıları sizlerle paylaşarak Veli Amca’yı ebedi yolculuğuna uğurlamak istedim.

100 LİRALIK DEPLASMAN (1949-50 Sezonu)

Sezon başında bazı kulüplere maç teklifi mektupları yazmıştık. Zonguldak ve Konya’dan olumlu cevaplar aldık. Kadro bol olduğu için tertibi ikiye ayırarak Zonguldak ve Konya turnelerine çıktık.

Konya kafilesinden Genel Sekreter Veli Necdet, Zonguldak kafilesinden ise Genel Kaptanımız Natık As sorumlu idi. Konya kafilemizde futbolu bırakmış olan kalecimiz Muharrem Gören ile sol açığımız Kenan Çolak’a da yer vermiştik.

Konya İdmanyurdu ile iki maç karşılığı 100 Türk Lirasına anlaşmıştık. Evet, yanlış okumadınız: Yüz Türk Lirası… Zonguldak anlaşması ise 500 Türk Lirası idi.

Zonguldak’ta Kömürspor ile ilk maçta 1-1 berabere kalmış, ikinci maçımızı 2-0 kazanmıştık. Konya’da, Konya İdmanyurdu ile oynadığımız ilk maç 1-1 berabere sonuçlandı. İkinci karşılaşmada Konya Gençlerbirliği’ne 1-0 yenildik.

Konya’da doğru dürüst bir stat yoktu. Her iki karşılaşmayı da mahalle arasındaki okulun bahçesinde oynadık. Stat o kadar küçüktü ki, bir korner atışında Recep Adanır’ın vurduğu top bahçe duvarlarını aşarak caddeye çıktı ve taksinin tekerlekleri arasında kalarak patladı. Baba Recep bu maçta takımımızın formasını ilk defa giymişti. Biliyorsunuz sonra Beşiktaş’a transfer oldu. Yine o devirlerde malzeme bu denli bol değildi. Topun patlayışı üzerine ikinci top temini için 45 dakika beklememiz gerekti.

Anlaşma gereğince ödenmesi gereken 100 Türk Lirasının 15 lirasını (B) takımı ile geldiğimiz için ödemediler. 85 liranın 5 lirası ile de Cumartesi ve Pazar maçlarında rakip takımlara verilmek üzere Belediye Bahçesinden aldığımız çiçekler için ödemiştim. Geri kalan 80 lira ise kulübe irad kaydedildi.

MKE Ankaragücü Belgeseli (Sayfa: 110)


ANKARAGÜCÜ: 7 – GENÇLERBİRLİĞİ: 3 (22.02.1953)

Ligin son maçını 22.02.1953 günü Gençlerbirliği ile yapan takımımız sahadan 7-3 gibi açık farklı bir galibiyet ile ayrıldı. Bu sonuç antrenör Natık As’ı şaşırtmıştı. Çünkü daha önceki maçlarda gösterdiği form durumuna göre, değil sahadan galibiyet ile ayrılmak, açık farklı yenilgi korkusu sarmıştı kendisini.

Natık As, maç sonrası anı defterine şunları düşmüştü:

“Demek ki bir başka oluyormuş Gençlerbirliği maçları. Herhalde ezeli ve ebedi rekabetin verdiği hırsla çocuklar dopinklenmiş olmalılar ki, sahadan 7-3 ayrılmakla kalmadılar, mevsimin en güzel futbolunu da ortaya koyarak maçı izleyen 6 bin seyirciden dakikalarca alkış aldılar. Tüm maçları bu hırsla oynamış olsaydık, Avrupa’da dahi birçok takımlardan galibiyet alabilirdik.”

MKE Ankaragücü Belgeseli (Sayfa: 115)


BÜYÜK AVRUPA TURNESİ DÖNÜŞÜ BİR ANI (1953)

Kulübümüz 2.8.1953 günü Yugoslavya ve Avusturya’yı kapsayan büyük bir turneye çıktı.

(…)

Kafilemiz yurda dönerken Yugoslavya’ya vizesiz giriş yapmıştı. İnterne edilerek bir otele kapatıldılar. Tercüman Cezmi Başar’ın girişimleri ile, Maribor kulübü ile yapacağımız bir maç karşılığı kafilemize vize sağlandı. Maribor kulübü yöneticileri, maç için helikopterlerle el ilanları attılar. Maçı Cezmi Başar yönetti.

MKE Ankaragücü Belgeseli (Sayfa: 115)


ANKARAGÜCÜ-HACETTEPE MAÇINDAN BİR ANI (1956-57 SEZONU)

Ankara Spor Yazarları Derneği ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun tertip ettiği iki turnuvada da takımımız şampiyon oldu.

Ankaragücü ile Hacettepe arasında oynanan Çocuk Esirgeme Kupası finalini bu satırların yazarı Veli Necdet Arığ yönetmişti.

Bu karşılaşmanın direk görevlisi değildim. Final maçının hakemi idim. Bir kanattan Ankaragücü, öteki kanattan Hacettepe finale kalınca, devrin Bölge Hakem Komitesi Başkanı Burhan Atakan’a durumumu arz ettim. “Sen saha dışında Ankaragüçlüsün, saha içinde ise hakemsin” diyerek görevden affımı kabul etmedi. Takımımız maçı 3-0 önde götürüyordu. Taç atışı (Ankaragücü lehine) oldu. Atışı Hasan Yedek yapacaktı. Daha önceleri takımımızda da yer almış olan Muzaffer Gür (Miki Muzaffer), “Olur amma, bu kadar taraf tutmak olur” diye karara itirazda bulundu. Hasan Yedek bu itiraza, “Bir taç atışı için bizi tutacaksa, al atışı sen yap!” diye topu kendisine verdi. O sırada Hacettepe’nin sağ beki Karagöz Kemal yanımıza gelerek olaya müdahale etti ve “Top benim ayağımdan taca çıktı. Taç hakkı Ankaragücü’nündür” diyerek topu Hasan Yedek’e verdi. Taç atışını ise Hasan Yedek bilinçli biçimde, itiraz eden Muzaffer Gür’ün ayağına attı.

Maçın sonlarına gelinmişti. Hasan Yedek kendi ceza sahası içinde zor görülür bir durumda topu kasten tokatlayınca bastım penaltıyı. Atışı Alaattin Yolaç yaptı. Penaltı gol olmuş ve sahadan 3-1 galip ayrılmıştık. Maç sonrası Hasan Yedek, “O penaltıyı beni kınamak için kasten yaptığını” söylemişti.

MKE Ankaragücü Belgeseli (Sayfa: 119, 120)

ZATAPEK ALİ-ZAPATEK SALİH (1959-60 SEZONU)

Takımımız kümede kalış savaşında Beykoz ile Bursa’da önemli bir karşılaşma oynayacaktı. İstanbul’da sıkıyönetim bulunduğu için maç Bursa’ya alınmıştı. Takımımız kampta idi. Sabri Kiraz, odaları dolaşırken, Kör Salih (Zapatek) ile Ali Yetüt’ün (Zatapek) odalarından sesler geldiğini duydu. Kulak verince şu konuşmaya şahit oldu:

Zatapek Ali, Zapatek Salih’e, “Yarınki maçta Allahıma oynayacağım. Yenilgi düşünemiyorum. Mutlaka yeneceğiz” diyordu.

Sabri Kiraz, konuşma sonrası olayı şöyle değerlendirmişti.

“Ali’yi o maçta oynatmayı düşünmüyordum. Bu konuşma üzerine takıma koydum. Diyebilirim ki o maçı Ali ve Salih aldılar.”

Ali ve Salih çok iyi arkadaştılar. Özel yaşantılarında da birbirlerinden ayrıldıkları pek görülmemişti. Bu yüzden Sabri Hoca deplasmanlarda ikisini aynı odaya verirdi. Sabri Hoca, Ali Yetüt’e maçlarda çok koştuğu için Çeklerin ünlü maratoncusu “Zapatek”in adını, birbirlerinden ayrılmadıkları için Salih’e “Zatapek” adını takmıştı.

Ali, futbolu bıraktıktan sonra yerleştiği Edirne’de bir trafik kazası sonucu genç yaşta hayatını kaybetti.

MKE Ankaragücü Belgeseli (Sayfa: 123, 124)

Not: Zatapek ile Zapatek o kadar çok kullanılmış ki, Veli Amca bile sonunda birbirine karıştırmış. :)


KISSADAN HİSSE BİR ANI (1973)

Leed United’in Ankara’daki maçını izlemek üzere, kafile ile birlikte bazı İngiliz basın mensupları da Ankara’ya gelmişlerdi.

Leeds United’in İdari Menecerinin ricası üzerine, Genel Kaptanımız Dr.Mehmet Bozdoğan İngiliz basın mensuplarının stada girişlerini sağlamıştı.

İkinci karşılaşma da oynanmış, takımımız Avrupa Kupasından elenmişti. Aradan 6 ayı aşkın bir zaman geçmişti.

Bir gün kulübümüze, Leeds United kulübünden 25 dolarlık bir havale geldiği görüldü. Dr.Mehmet Bozdoğan havaleyi bankadan çekmiş, kulübe irad kaydetmişti amma, bu paranın gelişine bir anlam verememişti.

Sonrası Leeds United kulübünden, kulübümüze resmi antetli bir yazı gelmiş ve mesele o zaman aydınlanmıştı.

Dr.Mehmet Bozdoğan, İngiliz basın mensuplarını stada almıştı ya… Gönderilen 25 dolar onların stada giriş ücreti imiş!

Ve yazının altındaki not cümlede ise “Gecikmeden dolayı özür dileniyordu…”

Demek ki İngiltere’de kraliçenin dahi maçlara ücret ödeyerek girdiği espri değil bir gerçekmiş.

MKE Ankaragücü Belgeseli (Sayfa: 140, 141)