1 Aralık 2007 Cumartesi

CAMİNİN ÖNÜNDE BEŞ LİRA BULDUM (28 KASIM 2007)

Caminin önünde beş lira buldum.
Hoppala Hacelim ben buldum.
Kımıldama Hacelim ben buldum.

Araya araya dengimi buldum.
Hele hele Hacelim ben buldum.
Goçum da Hacelim ben buldum.

Çiki çiki çiki çiki. Şıkıdım şıkıdım.
Çiki çiki çiki çiki. Şıkıdım şıkıdım.

Karşı karşı yaptıralım damları.
Hoppala Hacelim damları.
Sürmeli Hacelim damları.

Atalım da gasaveti gamları.
Hoppala Hacelim gamları.
Hele hele Hacelim gamları.

Goççuuuum!
Çiki çiki çiki çiki. Şıkıdım şıkıdım.
Çiki çiki çiki çiki. Şıkıdım şıkıdım.


Uzun yıllar önce Polatlı’da, bizim mahalledeki bir ev düğününde oynamıştık bu oyun havasına… Sözleri üç aşağı beş yukarı böyleydi…

Niye anımsadım bu oyun havasını?

İşte, oyun havasını çalıp söyleyen çalgıcı arkadaşın, caminin önünde beş lira bulduğu gibi, ben de Pazar günü Ankaragücü-Vestel Manisaspor maçından çıkarkene, tribünde yanımda oturan taraftarın koltuğunda bir CD buldum; sanırım orada unutmuştu.

Hemen arkasından seslenerek CD’yi gösterdim ve dedim ki: “Hey arkadaş! Bak bu CD’yi unutmuşsun koltukta.”

“Yok abi” dedi. “Unutmadım, özellikle bıraktım. İşine yararsa, al senin olsun. Harbiden çok şekilli bir CD, ama benim ihtiyacım kalmadı.”

Ben CD’nin içinde ne olduğunu merak ettiğim için sordum: “Nedir bu, müzik CD’si mi?”

Başını iki yana sallayarak, “Hayır!” diye yanıt verirkene hınzırca gülümsüyordu.

Ben daha da meraklanmıştım. “Video mu yoksa?” dedim.

Yine aynı hınzırlıkla gülümseyerek, başını yukarı kaldırdı: “Iıh, video da değil.”

Allah allah, müzik CD’si değil, video CD’si değil… Bu, bu, nedir bu?

“Yapma bunu, yapma bunu. Ya kardeşim, merakta bırakmasana beni. Söyle ne var bunun içinde?”

“Evde bilgisayarın var mı abi?”

”Var, ne olacak?”

“CD okuyabiliyor mu?”

“Okur, okur. O kadar okuryazarlığı var.”

“Bilgisayarda CD konulan yer var ya…”

“Heee!”

“İşte oraya bu CD’yi takıyorsun.”

“Taktık.”

“İzleyince içinde ne olduğunu görüyorsun. Anladın sen onu.”

“Hee, anladım. Öyle olsun bakalım. Sen burada söylemiyorsun yani. Ne yapıyoruz, ne yapıyoruz, evdeki bilgisayarda izliyoruz ve görüyoruz. Virüs neyim değildir inşallah.”

“Yok abi yaa, ne virüsü! İzleyince göreceksin bak; şekli şemali yeter valla. İşine çok yarayacak meraklanma. Biz birkaç sene kullandık ve çok istifade ettik. Ama bu sene ihtiyacımız kalmadı gibi...”

“Neyse, inşallah işe yarayacak bir şeydir. Yine de teşekkürler.”

“Hayırlı uğurlu olsun abi. Allah utandırmasın. Yararını görürsünüz inşallah. İyi günlerde kullanın.”

“Sağol goçum.”

“Sen de sağol abi. Önümüzdeki maçta CD hakkındaki düşünceni de esirgemezsin artık bizden, öyle değil mi?”

“Tabii canım, tabii canım. Ne demek!”

Tokalaştık ve ayrıldık. Eve gelince hemen bilgisayarı açtım ve heyecanla CD’yi taktım. Merakla beklediğim an nihayet gelmişti işte. Birden gol sevinci olduğu anlaşılan büyük bir uğultuyla birlikte ekranda bir video görüntüsü belirdi. Ve ardından binlerce kişinin katıldığı müthiş bir tezahürat duyuldu. İki sezon önce, Ankara 19 Mayıs Stadı’ndaki bir maçta Ankaragücü’nün Diyarbakırspor’a attığı bir gol sonrasında tribünlerin coşkuyla söylediği ve zor zamanlarda söylemeye devam ettiği tezahüratın görüntüsüydü bu:

“HÜKÜMET DÜŞER,
ENFLASYON DÜŞER,
ANKARAGÜCÜ BABAYI DÜŞEER.
HAYDA HAYDA NİHAYDA!
HAYDA HAYDA NİHAYDA!”


Evet, Ankaragüçlü arkadaş en azından şimdilik ihtiyaç duymadığı bu tezahüratı içeren CD’yi, ziyan olmaması ve ihtiyacı olan takım taraftarlarının kullanması için, yanımda oturduğu koltuğa bırakmış; onu bulmak da bir rastlantı sonucu bana düşmüştü.

Şimdi, Gençlerbirliği camiası olarak birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu dönemde, bu özlü ve anlamlı tezahüratı tribünde kendimize uyarlayarak kullanma ve videoya kaydetme sırası bizde. Attığımız gollerden sonra bu tezahüratı tribünde söyleyelim ve videoya da kaydedelim ki, bizden sonra ihtiyacı olan takımların taraftarlarına aktarabilelim.

O zaman, haydi bakalım!

Atalım da gasaveti gamları.
Hoppala Hacelim gamları.
Hele hele Hacelim gamları.

Goççuuuum!
Çiki çiki çiki çiki. Şıkıdım şıkıdım.
Çiki çiki çiki çiki. Şıkıdım şıkıdım.


HEP BERABER, ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK! HEP BERABER, ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK! AYAĞA AYAĞA, MARATONUM AYAĞA! AYAĞA AYAĞA, MARATONUM AYAĞA! LÜTFEN AYAĞA KALKAR MISINIZ! LÜTFEN AYAĞA KALKAR MISINIZ!

Amanın Çakır kaptı topu! Hadi aslanım benim. Şimdi çakacak bak. Vur goçum vur! Vuur, vuur! Vur da gol olsun be, vuur! Vursana laan, vuur! Vur işte be, vuur! GOOOOOOLLLLLL! GOOOOOOLLLLLL! İşte bu! İşte buu! Hey yavrum bee! Goçum benim, aslanım beniim! Çak babadostu, çak!

“HÜKÜMET DÜŞER,
ENFLASYON DÜŞER,
GENÇLERBİRLİĞİ BABAYI DÜŞEER.
HAYDA HAYDA NİHAYDA!
HAYDA HAYDA NİHAYDA!”


Ankara, 28 Kasım 2007

ROBERTO CARLOS TAMAM... ADRİANO SIRADA... TOMBALAK RONALDO! (23 HAZİRAN 2007)

Bugün bizim Emre’nin Babası’nı dükkanında ziyaret ettim. Amacım bir yandan hasret giderirkene öte yandan da artık Fenerli olduğumu kendisine söylemekti. Böylesine önemli bir haberi başkasından değil de benden duysun istemiştim. Nitekim çayımızı kahvemizi içtikten sonra muhabbet ederkene birdenbire baklayı ağzımdan çıkarıp, “Gerçi özellikle sen ve Akşit Bey ağabeyimiz başta olmak üzere herkes çok kızacak ama şunu açık seçik ifade etmek zorundayım ki, Fenerbahçe Roberto Carlos’u transfer etti ya, işte ben o günden beri Fener’i tutuyorum teyzemin oğlu!” deyiverdim.

Bizimki bir şaşırdı, bir şaşırdı; şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı. “Olamaz! Bu da nereden çıktı? Şaka yapıyorsun herhalde. Tamam, şaka yapıyorsun anladık da bu nasıl bir şakadır; bu nasıl bir şaka yapma anlayışıdır babadostu?” diyerek, şaşkınlıkla karışık sitemkar bir söylemde bulundu.

Ben de kendisine şaka yapmadığımı, çok ciddi olduğumu belirterek, olan biteni hiçbir şey saklamadan açık seçik anlattım. Son derece ikna edici olan sözlerim Emre’nin Babası’nı çok etkilemiş olacak ki, benim Fener’e geçmemi anlayışla karşılamakla kalmadı; bir de: “Çok iyi etmişsin be teyzemin oğlu! Senin yerinde ben de olsaydım aynı şeyi yapardım. Bu nedenle seni bu isabetli kararından dolayı tebrik ediyor, bundan sonraki taraftarlık yaşamında başarılar diliyorum. Fenerli olmanın şerefine şu elimde gördüğün Yeni Aktüel dergisinin 31 Mayıs 2007 tarihli sayısını da sana armağan ediyorum ki, senin gibi çiçeği burnunda yeni bir Fenerliye verilebilecek daha güzel bir hediye olamazdı. Bak, yaklaşık 90 sayfası Fener’in 100. yılına ayrılmış. İçinde Fener’in İstanbul’un işgali sırasında işgal kuvvetlerinin takımlarını bileğinin hakkıyla defalarca yenerek İstanbul halkının moralini nasıl düzelttiği, 1923 yılındaki General Harrington Kupası’nı nasıl kazandığı gibi ilginç bilgiler de var. Okur ve bilgilenirsin. Ne güzel!” diyerek dergiyi elime tutuşturdu.

Bu sefer şaşırma sırası bana gelmişti. “Yani, sen şimdi bana kızmadın mı emmimin oğlu?” diye sordum.

Şefkatle gülümseyerek, “Sana niye kızayım ki gardaşım?” dedi. “Sana niye kızayım ki? Bir gün herkes Fenerli olacak nasıl olsa! Bundan kaçış yok yani. Ama şu da var ki, çok önemli bir karar verdiğin için bunu sitede yazarak açıklaman ve site ahalisini de bilgilendirmen doğru olur halamın oğlu. Zaten aylardan beri yoksun ortalıkta. Bu açıklamayı bizzat senden duymak isteriz hepimiz.”

Tabii bu durumda, ben de mecburen bu konuda gerekli açıklamayı yaparak tüm arkadaşlarımı bilgilendirmenin şart olduğu sonucuna vardım. Evet arkadaşlar, bilindiği gibi birkaç aydan beri siteden, Gençlerbirliği ve Ankaragücü maçlarından uzak kaldım. Bu arada televizyon ve gazetelerde her zaman çok büyük bir yeri ve haber değeri bulunan ve 100. yılında lig şampiyonu olan Fenerbahçe'nin bu büyük başarısına ilişkin yoğun haber ve yorumların da etkisiyle birazcık Fenerbahçe'ye meylettim. Hele transfer döneminde Türkiye'de hiçbir kulübün transfer edemeyeceği Roberto Carlos gibi bir yıldızı transfer edip, hem de stadyumda imzayı attırınca, arkasından bir de “Roberto Carlos Show” yaptırınca, “İşte, ben böyle bir kulübün taraftarı olmalıyım. Benim özlemlerimi, Türkiye’de ancak Fenerbahçe gibi bir kulüp giderebilir!” diyerekten Fenerbahçe taraftarlığına transfer oldum ben de. Şimdi büyük başkanımızdan beklentim Adriano'nun da bir an önce Fenerbahçemiz'e kazandırılması ve takımın yurt dışında yapacağı kamp çalışmalarına katılarak Osnabruck İdmanyurdu, Bochum (af edersiniz) Yıldızspor, Kölün Türkgücü gibi güçlü takımlarla yapacağı hazırlık maçlarında oynaması; gol üstüne gol atması... Bu maçları da D-Smart’tan canlı olarak izleme olanağı bulacağız ki bu da önemli bir kazanım bizim için. Eee, Fenerium'da peynir ekmek gibi satılacak olan Roberto Carlos formalarından biri de yakışır bize yani. Ama Adriano'yu transfer edersek, belki de Adriano'nun formasını alırım, belli olmaz. Büyük başkanımız Ronaldo’yu da almak istemiş ama Ronaldo gelmemiş. Gelmezsen gelme lan! Pek lazımdın sanki! Yiyip yiyip şişmişsin, tombalak sen de! Ne yapacağız senin gibi tombalağı! Zaten gelsen de oynayamazdın kine!

Bu arada büyük başkanımız Gençlerbirliği'nden Mehmet Çakır'ı da istemiş. Başkanımızın Alex'e benzettiği Mehmet Çakır için İlhan Cavcav 5.000.000 euro fiyat biçmiş. Cavcav’a bak la! Bu kadar da olmaz yani. Fenerbahçemiz, büyük başkanımız parayı sokaktan mı topluyor kardeşim? Ne bu böyle? Neyse, Roberto Carlos’u getiren uçaktan çıkan Gençlerbirliği başkan vekili Tarık Bey, Cavcav’ı yumuşatıp sonradan biraz indirim yaptırır nasıl olsa. Dolayısıyla Mehmet Çakır da büyük bir ihtimalle seneye bizde oynayacak. Vederson'u da almışız ki, Çakır da gelirse takım bayağı iyi olacak.

Ankara'daki Fenerli arkadaşlarla da konuştuk. Bu sezon maçları atkı ve formalarımızla Dikmen'deki Platin'de, 150 ekran dev televizyonda izleyeceğiz. Mehmet Çakır’ı da alırsak maçları Platin’de izlerkene, Ankaralı Fenerli arkadaşları “ÇAK ÇAK ÇAK ÇAKIR!” diye bağırtırım; bu konuda deneyimliyim ne de olsa. Gerçi Çakır Fener’e gelirse Gençlerli arkadaşlar kızarlar ama ne yapalım, futbol bu!

Bu arada, sakın yanlış anlaşılmasın; Gençlerbirliği ve Ankaragücü’ne olan sempatim devam ediyor. Ankaragücü ve Gençlerbirliği taraftarı arkadaşlar, Anadolu takımlarıyla yapacakları maçlara davet ederlerse, onlardaki fazla kombinelerin –tabii yönetim kombine çıkartırsa- boşa gitmemesi için arada sırada izlemek için gelebilirim yani. Gençlerli ve Ankaragüçlü arkadaşların çektiği eziyetlere bir Ankaralı Fenerli olarak üzülüyorum ama elimden bir şey gelmiyor ne yazık ki. Biraz daha aktif olur, biraz daha uğraşırlarsa sorunların bir kısmını çözebilirler belki.

Neyse, bırakalım şimdi bu sıkıcı konuyu da gelelim kadromuza… Alex, Dievid, Edu, Roberto Carlos, Adriano, Vederson, Mehmet Aurelio, Appiah, Mehmet Çakır ve daha kimler kimler… Vay anam vay! Kadrodaki futbolculara dikiz yahu! Var mı böyle bir kadro be! Hele bir de yabancı kısıtlaması kalkarsa, var ya, gel keyfim gel! Bu sezon Şampiyonlar Ligi kesin bizim! Bu kadar kesin konuşuyorum ve aha şuraya yazıyorum işte! Var mı daha ötesi?

Yalnız şu Cimbomlulara çok kafam bozuldu.

Neden?

Çünkü Ali Sami Yen’deki son maçta Fener’i alkışlamadıkları gibi ortalığı da tarumar ettiler. Oysa Fenerli taraftarların maçlarda hep söyledikleri bir tezahürat vardı: “EN BÜYÜK FENER… ŞAMPİYON FENER… ALKIŞLAYIN ULAN İNEKLER!” Buna karşılık siz ne diyordunuz? “EN BÜYÜK FENER… ŞAMPİYON FENER… GÜLDÜRMEYİN ULAN İNEKLER!” Peki, sonunda ne oldu? Fener şampiyon oldu. Demek ki neymiş? Ama görür onlar. Dikmen'deki Platin’de, dev ekranda izleyeceğimiz ilk Cimbom derbisinde “EN BÜYÜK FENER… ŞAMPİYON FENER… ALKIŞLAYIN ULAN İNEKLER!” diye bağıracağız. Geçen gün bizim Roberto Carlos da imzayı atarkene “EN BÜYÜK FENER… ŞAMPİYON FENER…” dedi, gerisini getiremedi. Ama yeteri kadar Türkçe öğrenince gerisini de getirecek; hiç merak etmeyin arkadaşlar.

Bir de var ya, bu Cimbomlular Alpet reklamına da çok bozulmuşlar tamam mı? Hani efsane başkanımız Ali Şen, benzini bittiği için yolda kalan Cimbomlu gençlere yardım edip, arabalarına Alpet’ten benzin koyduruyor da Cimbomlu gençler de “KİM KOYARSA KOYSUN… ALLAH RAZI OLSUN… TOROJET KOYANA… CANIM FEDA OLSUN… CANIM FEDA OLSUN… OOOOO!” diye tezahürat yapıyorlar ya. O reklam işte. Neymiş efendim, Cimbom’u aşağılıyormuş. Ne var bunda la? Efsane başkanımızın yüreği dayanmamış, Cimbomlu gençlere yardım etmiş. Özhan Canaydın olsa yapar mıydı bu yardımı? Ha, yapar mıydı? Tabii canım, tabii canım! Lafla dedem de yapardı. Adamın kendi kulübüne hayrı yok la! Nerede kaldı ki Cimbomlu gençlerin arabasına Torojet koyduracak! Ama bizim efsane başkan öyle mi? Hiç ikiletmeden Torojet’i koyduruverdi valla!

Neyse, çok kızdığım ve üzüldüğüm bir konu daha var. Onu da söyleyeyim de içimde kalmasın. Yahu bu Rüştü, Mehmet Yozgatlı, Ümit, Serkan, Tuncay nasıl adamlar la? Bunlar nasıl Fenerli la? Parayı görünce bırakıverdiler koca Fener’i. Hele o Rüştü! La oğlum, sen bu takımın kaptanlığını yapmış bir adamsın la! Bu kadar kolay mı çekip gitmek? Yok Zico Rüştü’yü üçüncü kaleci yapacakmış da, yok bilmem neymiş de. Çalış, formayı kap, oyna goçum. Koskoca Fener bu. Formasını giymek kolay değil tabii. Aklınca Fener’in kalecisiz kalacağını hesaplıyorsun değil mi? MUAHHAHAHAHAHAHA! Biz en iyi kaleciyi alırız aslanım. Sen keyfine bak. İstesek Zubizaretta’yı bile getiririz. Ya Tuncay? O da sapıtmış, İngiltere’de oynayacağım diye gezip duruyor ortada. Hepsi hain bunların la, hepsi hain valla! Ama farkında olmadıkları bir nokta var. Bunların gidişinden Fener’in kazancı tam 5,8 milyon euro! Bugünkü gazetede okuduğuma göre bu kadar parayı vermekten kurtuluyoruz. Büyük başkan, o paraya yıldız bir santrfor daha getirecekmiş. Helal olsun sana büyük başkan, helal olsun!

Bu arada Beşiktaş da bizim safraları toplaya toplaya bitiremedi yahu! Hani var ya, birkaç futbolcumuzu daha alsalar, Mustafa Denizli’nin şampiyon yaptığı Fener’in kadrosu komple Beşiktaş’a geçmiş olacak. O takımın başına bir de Mustafa Denizli’yi getirdin mi tam nostalji takımı olur valla. MUAHHAHAHAHAHAHA!

Tabii, artık Fenerli olmuş bir Ankaralı olarak yalnızca Cimbomlulara ve Beşiktaşlılara kızmıyorum. Fenerbahçe’nin Kadıköy’de Denizlispor’la berabere kaldığı maç sonrasında “YÖNETİM, BU TAKIM SENİN ESERİN!” diye tezahürat yapan bazı nankör Fenerlilere de kızgınım. Bu takım tabii ki yönetimin eseri, başka kimin eseri olacak? Maçları kazanırken iyiydi, öyle değil mi? Nankörler!

İşte böyle. Fenerli olmak da kolay değilmiş be kardeşim! Medyada doğru yanlış, yerli yersiz bir sürü haber çıkıyor. Meşgul oluyor insanın kafası yani. Şimdi daha iyi anladım Fenerli arkadaşların ikide bir niye “Herkes Fenerbahçeli olamaz. Fenerli olmak bir ayrıcalıktır!” dediğini. Evet, arkadaşlar gerçekten de öyle. Herkes Fenerli olamaz! Neden? Çünkü Fenerli olmak kolay değil de ondan. Ama beri yandan da 73 milyonluk ülkede 35 milyon taraftarı bulunan bir takımın taraftarı olma ayrıcalığını elde eden şanslı insanlardan biri de sen oluyorsun. Bu da az şey değil yani. Bir de şu önemli söz var ki onu da belirtmeden geçmeyelim burada: “Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak!” Evet, Fenerli olduktan sonra ben de yürekten inandım bu söze.

Neyse Fenerli olduk ya artık. Aynı zamanda Gençlerbirliği üyesi de olan iyi bir Ankaralı Fenerli olarak en önemli hedeflerimden biri, yönetimdeki büyüklerimizin yolundan gidip, ileride Gençlerbirliği yönetimine girmek olacak. Bir aksilik olur da Gençlerbirliği yönetimine giremezsem, ben de Ankaragücü’ne üye olup, onun yönetimine girerim. Kendisi de iyi bir Fenerbahçe üyesi olan Ankaragücü başkanı Cemal Aydın sanırım bir kolaylık gösterir bu konuda. Ben de altında kalmam canım, bir Ankaragücü yönetim kurulu üyesi olarak Fener’e elimden geldiğince hizmet etmeye çalışırım yani. İnşallah bir gün ben de İspanya’dan, Brezilya’dan Fener’e transfer ettiğimiz futbolcularla birlikte uçaktan ineceğim. İmza törenlerine katılacağım. Allah o günleri bana da gösterecek. Kim bilir, belki de İlhan Cavcav ile büyük başkanımızı barıştırmak ya da Cemal Aydın’ı Fener’in disiplin kurulundan kurtarmak ve Fener’in Ankaragücü ile içeride-dışarıda oynadığı bütün maçlarda çubuklu formayı giymesini sağlamak da bana nasip olur. Olur mu olur! İlk adımı attım çünkü. Gerisi nasıl olsa gelir.

Ne yalan söyleyeyim, çok mutluyum, çok! Bunu niye şimdiye kadar düşünememişim de her sezon eziyet üstüne eziyet çekmişim hayret ediyorum doğrusu!

23 Haziran 2007

BEŞTEPE'DE... DİNEKTEPE'DE... (26 ARALIK 2006)

BEŞTEPE’DE...

Tribün hikayelerinden oluşan “YENİLSEN DE YENSEN DE” adlı kitabımı Nisan 2004’de yayımladıktan sonra Gençlerbirliği, 5 Mayıs 2004 günü İstanbul’da Olimpiyat Stadındaki Türkiye Kupası final maçında Trabzonspor’a 4-0 yenilerek kupayı kaybetti.

Her iki takım da bileklerinin hakkıyla bir çok takımı eleyerek buraya kadar gelmiş ve iki kez üst üste final maçı oynama onurunu kazanmışlardı. Doğal olarak bu takımlardan biri kupayı kazanacak, diğeri ise kaybedecekti. Dolayısıyla da bu final maçının hem seyirciler hem de sahadaki futbolcular bakımından adına yakışır bir şekilde, bir şölen, bir karnaval havasında oynanması gerekiyordu. Ama olmadı. Bizim gibi futbola gönül vermiş, takımını çok seven, onu bu final maçında gururla izlemek için işini gücünü bırakıp neşe içinde İstanbul yolculuğuna çıkan centilmen Gençlerbirliği taraftarlarını çok üzen ve derinden yaralayan utanç verici olaylar kupayı yitirme üzüntüsünün çok önüne geçti.

Bu maça ilişkin düşüncelerimi http://www.alkaralar.com/ yazdığım “YENMEK VE YENİLMEK” başlıklı yazımda belirttim.

Ardından 2003-2004 futbol sezonu bitti. Kulüp yönetimi, Milli Takım Teknik Direktörlüğü görevine getirilen Ersun Yanal’ın yerine Erdoğan Arıca ile anlaştı.

Oysa neredeyse tüm taraftarlar Gençlerbirliği teknik direktörlüğüne Aykut Kocaman’ı yakıştırıyorlar ve onun göreve getirilmesini istiyorlardı. Bunun için sezonun son maçında “KOCAMAN TAKIMA KOCAMAN HOCA” sloganını pankart haline getirip tribüne astılar. Ama kulüp yönetimi Erdoğan Arıca’da ısrarlıydı.

2004-2005 sezonuna deneyimli ama yorgun futbolculardan kurulu bir kadroyla giren ve takımı yeterince gençleştiremeyen Erdoğan Arıca başarılı olamayınca istifa etmek zorunda kaldı.

Bu istifa, kulüp yönetiminin yaptığı yanlıştan dönmesi için bir fırsattı. Ama kulüp yönetimi bu fırsatı kullanamadı ve bir yanlış daha yaparak, deneyimsiz bir teknik adam olan Oğuz Çetin’i göreve getirdi. O da başarılı olamadı. Takım kupadan elendi ve ligde de küme düşme korkusu yaşamaya başladı. Bunun üzerine Oğuz Çetin de görevden ayrılmak zorunda kaldı.

Daha 2004-2005 sezonunun ilk yarısı bitmeden iki teknik direktörle yollarını ayıran Gençlerbirliği’nin üçüncü teknik direktörü Ziya Doğan oldu. Ziya Doğan göreve gelince bir yandan dağılmış ve özgüveni kalmamış takımı toparlamaya diğer yandan da Hakan Aslantaş, Uğur Boral, Erhan gibi genellikle (A) takımda yedek kalan ya da altyapıda bulunan yetenekli genç futbolcuları da birer birer takıma kazandırmaya çalıştı. Bunun sonucunda başarılı sonuçlar da ard arda gelmeye başladı. Ziya Hoca ile çok güzel ve keyifli günler geçirdik. Öyle ki son maçlarda taraftarlar olarak büyük bir keyifle “BEŞİNCİ OLMAMIZ ENGELLENEMEZ!” diye tezahürat yapmaya başlamıştık. Nitekim takım, ligi beşinci olarak bitirdi.

Bu arada, Karşıyaka’yla anlaşan genel menajer Cem Onuk görevinden ayrılmış; bu davranışa çok kızan başkan İlhan Cavcav’ın “Ölürsem kabrime gelmesin istemem!” mealinde sözler söylediği bile basında dile getirilmişti. Cem Onuk’un görevini de genç menajer Hasan Çetinkaya üstlenmişti.

2005-2006 sezonuna da teknik direktör olarak başlayan Ziya Doğan, bu kez ASAŞ’tan Mehmet Çakır, Gökhan Gönül gibi genç yetenekleri de (A) takım kadrosuna aldı. Nijerya Genç Milli Takımının kaptanı İsaac Promise de transfer edilerek oldukça genç bir takımla sezona başlandı ama ne yazık ki beklenen başarı gelmedi. Bunun üzerine Ziya Doğan görevinden istifa etmek zorunda kaldı.

Kulüp yönetiminin teknik direktör olarak göreve getirdiği yeni isim ise daha önce de Gençlerbirliği’nde ve (A) Milli Takımda Ersun Yanal’ın yardımcısı olarak görev yapan Mesut Bakkal oldu. Mesut Bakkal, elindeki kadroyu ve kendisine verilen şansı çok iyi kullandı. Takım ard arda aldığı başarılı sonuçlarla UEFA Kupasına katılma şansını yükseltti.

Ve ne olduysa işte o günlerde oldu. Takım, ligin ikinci yarısında tam gaz UEFA şansını zorlarken, Cem Onuk’un Karşıyaka’dan ayrılıp yeniden Gençlerbirliği’ne döndüğü haberleri kulüp çevrelerinde yayılmaya başladı. Ama sonradan öğrenildi ki yalnızca Cem Onuk değil, Merkez Hakem Kurulu Başkanlığı görevi sona eren Ufuk Özertem de kulübe geri dönmüştü.

Bu dönüş sonrasında yapılan zamansız operasyon kulübü karıştırdı. Başkan Vekili Atilla Aytek ve arkadaşları buna karşı olduklarını belirttiler. Başkan İlhan Cavcav, tüm uyarılara kulaklarını tıkadı ve kendi bildiğini yaptı. Bunun üzerine Atilla Aytek, Mayıs ayında yapılacak olağan genel kurulda başkanlığa aday olduğunu açıkladı.

Ve İlhan Cavcav ile ekibi -belki de birilerinin önerisiyle- bugüne kadar hiç yapmadığı ve Gençlerbirliği’ne hiç yakışmayan bir şeyi yaptı. Büyük bir telaşla, alelacele yeni üye kaydına başlandı. Bir açıklamaya göre, çok kısa bir süre içinde kulübe 1000’in üzerinde yeni üye kaydedildi. İşlem o kadar pervasız yapıldı ki, muhalif üyelerin bu konudaki itirazlarına karşı onları yalanlayan ya da kendi yaptıklarını savunan ve kamuoyunu tatmin edecek şekilde aydınlatan bir yanıt bile verilmedi. Atilla Aytek ve arkadaşlarının yeni kaydedilen üyelerin genel kurula katılamaması için ihtiyati tedbir konulması istemiyle mahkemeye yaptıkları başvuru da kabul edilmedi.

İlhan Cavcav, sağduyusunu o kadar yitirmişti ki, kulübe canla başla hizmet eden ve uzun yıllar boyunca da hizmet etmek isteyen, üstelik bu sezon çok başarılı da olan genç menajer Hasan Çetinkaya’yı “24 yaşındaki çocuk ne anlar futbolcudan” gibi sözlerle aşağılayarak Cem Onuk’u yeniden göreve getirmesini savunmaya çalıştı.

Genel kurul günü gelip çattığında, daha önce tutulan 400 kişilik salon ve çevresi, çok kısa bir sürede kaydedilen yeni üyelerin de katılmasıyla tam bir keşmekeş ve kargaşa alanına döndü. Yüzlerce üye salon dışında kaldı.

Başkan İlhan Cavcav, yeni kaydedilen üyelerin çoğunlukta olduğu salonda dişe dokunur hiçbir şey söylemeden, bu üyelerin alkışları ve daha önce maçlarda zaman zaman kendisini istifaya davet eden bazı taraftarların “Taraftarız biz, çekeriz cefa; İlhan Cavcav bizi bırakma!” tezahüratları arasında kürsüden indi.

Seçime geçildiğinde, aidatları başkaları tarafından ödenen ve Gençlerbirliği ile uzaktan yakından ilgisi olmayan yüzlerce insan, birilerinin “Turuncu listeyi zarfa koyup atacaksın, unutma!” yönlendirmesiyle kulübü yönetecek kişileri seçmek için oy kullandı.

Ve sonuç: İlhan Cavcav’ın turuncu listesi, Atilla Aytek’in kırmızı listesi karşısında ezici çoğunlukla büyük bir “Pirus Zaferi” kazandı.

Bunun üzerine Atilla Aytek ve arkadaşları genel kurulun iptali için mahkemede dava açtılar.
Bu gelişmelerden olumsuz yönde etkilenmesi kaçınılmaz olan takım üçüncülüğü kıl payı kaçırdı ve UEFA Kupasına katılma şansını yitirdi.

İlhan Cavcav ile Atilla Aytek ve arkadaşlarının arası öyle açılmıştı ki, kulübün basın sözcüsü Muammer Akyüz’ün oğlunun sünnet düğününe davet ettiği Atilla Aytek ve arkadaşlarını gören İlhan Cavcav’ın, arkadaşlarını da alarak düğünü terk etmesi gazetelere haber oldu.

Bu arada başka bir ilginç gelişme de Gençlerbirliği Taraftarları Derneği’nde yaşandı. Dernek Başkanı Cumali Çalışkan görevi bıraktı. Yapılan genel kurulda başkanlığa iki aday vardı: Zeki Celasun ve Murat Kahramaner. Seçimi Murat Kahramaner ve listesi kazandı. 19 Mayıs Stadı’nın karşısındaki binasından Maltepe’deki eski kulüp binasına taşınmış olan Gençlerbirliği Taraftarları Derneği’nin başkanı Cumali Çalışkan’ın kulüp yönetimine yeterli destek vermediği gerekçesiyle görevinden ayrılmaya ve seçimde de Murat Kahramaner’e destek vermeye zorlandığı söylentileri uzun süre gündemde kaldı.

Ve 2006-2007 sezonu bu koşullarda başladı.

Takım pek tat vermiyor; iyi sonuçlar alamıyordu.

Ve Gençlerbirliği’nin Ankara’da Vestel Manisaspor karşısında aldığı 5-0’lık yenilgi bardağı taşıran son damla oldu. Maraton tribünündeki taraftarlar maçın sonlarına doğru kulüp yönetimini istifaya davet etmeye başladılar. Bunun üzerine her nasılsa kapısı açılmış olan Gecekondu tribününden çıkan bir grup, “ÇIK MARATON, ÇIK MARATON, DIŞARIYA ÇIK MARATON. EMANETİ GÖR, SALLAMAYI GÖR, DELİKANLI KİM MARATON?!” diye tezahürat yaparak yine her nasılsa kapısı açılmış olan Maraton tribününe girip taraftarlara saldırdı. Taraftarları centilmenlikleriyle tanınmış olan ve 2005-2006 sezonunda Futbol Federasyonu tarafından mavi bayrak ile ödüllendirilen Gençlerbirliği için çok üzücü ve utanç verici olan bu olay, 19 Mayıs Stadı’ndaki güvenlik zafiyetini de açık bir biçimde ortaya koymuştu. Ancak ne yazık ki birçok spor yazarı tarafından da yazılıp çizilen bu konuda Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne yapılan başvurulardan herhangi bir sonuç çıkmadı.

Bu arada kulüpte sular bir türlü durulmuyordu. İlhan Cavcav başkanlığındaki kulüp yönetimi, Alternatif Yönetimde yer alan Atilla Aytek, Zeki Ünaldı, Yaşar Durak, Muzaffer Özbayrak, Ali Rıza Onat, Bülent Atlas ve Fatih Dağcı’nın yönetim aleyhinde faaliyet gösterdiklerini, başkana hakaret ettiklerini ileri sürerek üyelikten ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk etti. İşin ilginç yanı, bu kişilerin, genel kurulun iptali amacıyla mahkemede dava açan kişiler olmasıydı.

Mayıs ayında yapılan genel kurulda İlhan Cavcav’ın listesinden seçilmiş olan Disiplin Kurulu da Atilla Aytek, Zeki Ünaldı, Yaşar Durak, Muzaffer Özbayrak ve Bülent Atlas’ın kesin ihracına, Ali Rıza Onat’ın bir yıl ve Fatih Dağcı’nın ise altı ay süreyle kulüp üyeliklerinin askıya alınmasına karar verdi.

Bir zamanlar omuz omuza çalıştığın ve çok yakın olduğun arkadaşlarını keyfi gerekçeler yaratarak üyelikten çıkarmak bu kadar basitti işte, bu kadar basit!

Genel kurulun iptali davasının görüldüğü mahkeme ise bilirkişiden gelen rapor doğrultusunda iptal isteminin reddine karar verdi. Atilla Aytek ve arkadaşları, bilirkişi raporuna itiraz ettiler ve bilirkişinin tehdit edildiğini ileri sürdüler. Ancak bu itiraz mahkemece dikkate alınmadı.

İşte böyle…

Ama şu da var ki, gerek disiplin kurulunun üyelikten çıkarma kararının ve gerekse genel kurulun iptali konusunda henüz her şey bitmiş değil. Her iki konuda da yargı süreci devam edecek ve kimin haklı olduğuna yüce yargı karar verecek.


DİNEKTEPE’DE...

Geçenlerde bizim Emre’nin Babası’nı dükkanında ziyaret ettim. Siyaset, sanat, edebiyat, spor alanında gayet önemli konulara parmak basarak sohbet ettik; fikir teatisinde bulunduk. Sonra da söz, uzun zamandan beri görmediğimiz Hamdullah Abi’ye gelip dayanınca bizim babadostu soruyu patlattı: “Yahu teyzemin oğlu, bu Hamdullah Abi’yi hiç göremiyoruz son zamanlarda. Maçlara da gelmiyor. Hem merak ettim hem de özledim valla. Nerededir, ne yapar, ne eder?”

“Valla babadostu” dedim. “Bildiğim kadarıyla tribünde taraftarlar kendisine tezahürat yapmadığı için gelmiyor maçlara. Eylülde bir çayını içmek için Dinektepe’deki kahvesine gittiğimde böyle söylemişti. Çok üzülüyormuş kendisine tezahürat yapılmamasına.”

Emre’nin Babası kısa bir süre düşündükten sonra: “Sen Dinektepe’ye gittiğinde ben yoktum halamın oğlu. Biliyorsun, Ayvalık’ta olduğum için gelememiştim. O zaman bu Cumartesi günü gidip bir ziyaret edelim abimizi be usta! Ne dersin, belki bizi görünce yumuşar da maçlara yeniden gelmeye başlar.”

Böyle kral bir öneriyi reddedemezdim. Hemen üstüne atladım. “Ne demek gardaşım!” dedim. “Ne demek! Hamdullah Abi’yi bir ziyaret edip çayını içmek bize de iyi gelir. Ben de özlemiştim zaten kendisini.”

Böylece geçen Cumartesi günü öğleden sonra bizim Emre’nin Babası’nın full otomatik arabasına atladığımız gibi soluğu Hamdullah Abi’nin Dinektepe’deki “Alkara Kıraathanesi”nde aldık.

Kahvenin kapısında bizi görünce “Vay, kimler gelmiş böyle? Hele gardaşlarıma! Siz buraların yolunu bilir miydiniz yahu? Hangi rüzgar attı sizi Dinektepe’ye?” diyerek ayağa kalkan Hamdullah Abi’yle öpüşüp kucaklaştıktan sonra masasına çöktük.

Bu arada başka bir masada okey oynayanları yancı olarak izlemekte olan Dinektepespor Asbaşkanı Altındiş Hulusi de oyunu bırakıp yanımıza geldi: “Ooo, aman da aman, aman. Kimler gelmiş, kimler gelmiş?”

“Vay! Hulusi de buradaymış” diyerek ayağa kalktık ve daha önce de birkaç kez geldiğimiz Dinektepe’de Hamdullah Abi aracılığıyla tanışıp arkadaş olduğumuz Hulusi’yle de kucaklaştık. Bir sandalye çekerek masamıza oturan Hulusi, altın dişini göstererek güldü: “Ben de biraz önce Hamdullah Abi’ye sizi sorduydumdu; nerede bunlar, hiç görüşemiyoruz diye. Öyle değil mi Hamdullah Abi?”

Hamdullah Abi Hulusi’yi onaylayarak gülümsedi. Ardından da sordu: “Çay taze gardaşlarım, içelim mi birer tane? İçimiz ısınır.” Emre’nin Babası, “İyi olur Hamdullah Abi be!” deyince, masanın hemen arkasındaki ocakçıya seslendi: “Zekai, bize dört tane demli çay ver ordan yeğenim.”

Çaylarımızı içerken, bizim Emre’nin Babası konuya girdi hemen: “Hamdullah Abi, neredesin yahu? Maçlara gelmez oldun. İlk yarı bitti. Hiç tribünde göremedik seni.”

Hamdullah Abi, utangaç bir gülümsemeyle yanıt verdi: “Valla işten güçten maçlara şey edemiyoruz gardaşım be! Biliyorsun kahvenin işleri…”

“Bırak şimdi kahvenin işlerini Hamdullah Abi. Mazeret değil bu. Kahveyi birkaç saatliğine bırakamıyor musun sanki? Eskiden Hulusi ve yeğenin Hüdai’yle birlikte Dinektepe tayfasını da getirirdin maçlara. Şimdi onlar da yok ortada.”

Emre’nin Babası’nın bu sözleri üzerine Hulusi topa girdi: “Şimdi, tabii sen haklısın da gardaşım; Hamdullah Abi de haklı. Türbünde Hamdullah Abi için hiç tezahürat yapmıyorlar. Koskoca türbün lideri gelmiş maça, türbünü coşturmaya; taraftarlar ‘Ver coşkuyu Hamdullah Abi!’ diyeceklerine hiç bakmıyorlar bile o tarafa.”

Ben Hulusi’nin sözünü keserek itiraz ettim: “Ama Hulusi, biz Emre’nin Babası’yla birlikte Hamdullah Abi için kaç defa tezahürat yaptık. Elimizden geldiğince gayret ediyoruz. Bunu sen de biliyorsun.”

Hamdullah Abi, sessizce çayından bir yudum aldı. Düşünceli gözlerle masaya bakıyor, söyleyeceklerini kafasında toparlamaya çalışıyordu.

Hulusi direndi: “Tamam gardaşım, bu söylediğini elbette ki yadsımıyorum. Birkaç defa Emre’nin Babası’yla ikiniz türbünde tezahürat şey ettiniz ama bir iki kişi dışında pek katılan da olmadı yani. Böyle de olmaz kine!”

Vay be, Hulusi’ye bak! “Yadsımıyorum” diyor. Biz görmeyeli sözcük dağarcığını bayağı geliştirmiş.

Emre’nin Babası, Hulusi’ye hak vererek araya girdi: “Haklısın Hulusi. Tribünde daha bir organize olmamız ve her maçta Hamdullah Abi’ye olan vefa borcumuzu yapacağımız tezahüratlarla ödememiz lazım. Buna yürekten katılıyorum.”

Hulusi yumuşamıştı: “Valla türbünde Hamdullah Abi’ye tezahürat şey edilirse, biz de Dinektepe tayfası olarak ikinci yarı gelmeye başlarız maçlara. Öyle değil mi Hamdullah Abi?”

Hamdullah Abi kırgınlığını belli etmemeye çalışarak, ama ikinci yarıda bir şeylerin değişeceğini de umarak yanıt verdi: “Valla, şimdi tabii türbünde tezahürat şey edilmese de olur da tezahürat şey edilince de güzel oluyor yani. İnsanın hoşuna gidiyor tabii. Gururlanıyorsun bir yerde canım. Kısmetse ikinci yarıda şey ederiz maçlara. Hayrullah Abim’den izin alıp Hüdai’yi de getiririm.”

Onun bu kararı bizi çok sevindirmişti. Emre’nin Babası’yla iyi ki gelmişiz diyen gözlerle birbirimize baktık. “İşte budur!” dedi Emre’nin Babası heyecanla, “Sana yakışan budur. Hamdullah Abi’siz tribün olur mu hiç? Mutlaka gelmelisin abi. Bak, gör tribünü o zaman.”

Gururla gülümseyerek arkasına yaslanan Hamdullah Abi, Zekai’ye seslenip dört çay daha getirmesini istedi.

Çaylarımızı karıştırırken Hulusi’ye sordum: “Sen nasılsın Hulusi? Dinektepespor nasıl gidiyor?”
Hulusi çayını karıştırıp bir yudum aldıktan sonra gülümseyerek yanıt verdi: “Bilmiyorum hocam be. Son günlerde pek uğrayamıyorum kulübe.”

Hamdullah Abi bıyık altından gülerek söze karıştı: “Biliyor, biliyor. Bilmez olur mu bu kurnaz? Her gün takipte. Biliyor da olan bitene canı sıkıldığı için pek konuşmak istemiyor.”

Emre’nin Babası merakla sordu: “Hayrola Hamdullah Abi? Dinektepespor’da olan biten nedir? Meraklandım şimdi valla.”

Hamdullah Abi, arkasına yaslanarak gevrek gevrek güldü: “He he he. Bu bizim Dinektepespor’un başkanı Behçet var ya! Sarı Behçet…”

“Hee! Ne olmuş Behçet’e?”

“Bu Behçet yaman adam valla. Bunlara öyle bir alicengiz oyunu oynadı ki sorma gitsin.”

“Sanki sana oynamadı mı Hamdullah Abi?” diye sitem etti Hulusi. “Sen de bu kulübün fahri başkanısın. Seni bile çiğnemedi mi bu Behçet denen ekmeksiz?”

Hamdullah Abi birden celallendi: “Beni ne çiğneyecek la, beni ne çiğneyecek? Beni çiğneyecek adam daha anasından doğmadı tamam mı goçum? O kadar kolay değil bu işler.”

“Ama abi çiğnedi işte. Sen kahveye çağırdın, kenara çekip konuştun. Senin dediğini yaptı mı? Yapmadı.”

“Yapmasın anasını satayım. Yapmazsa yapmasın. O öyle sansın. Benim şimdi seslenmediğime bakma sen. Şimdilik dur bakalım daha neler olacak diye şey ediyorum yani.”

Çok meraklanmıştık. Acaba Dinektepespor’da neler oluyordu? Ben dayanamayıp sordum: “Ne oldu Hamdullah Abi? Anlatsana ya. Meraklandık valla.”

Emre’nin Babası da “Valla öyle abi. İlginç bir şeyler olduğu kesin de…” diyerek topa girince, Hamdullah Abi yüzünde beliren kurnaz ve alaycı bir gülümsemeyle sandalyesine şöyle bir yaslandı; çayından bir yudum aldıktan sonra anlatmaya başladı: “Bu Behçet var ya bu Behçet, aha bunların sayesinde kulüp başkanı oldu biliyor musunuz? Aman bunda bir tafra, bir tafra. Sanırsın Dinektepespor’un başkanı değil de cumhurbaşkanı. Küçük dağları ben yarattım diye şişindiği yetmiyormuş gibi, yerli yersiz, ulu orta, abuk sabuk konuşup duruyor densiz. Aklına gelen ağzında. Hiç düşünme falan yok. La bir dur, düşün de sonra konuş. Yok, çene ishali olmuş gibi konuşuyor da konuşuyor. Ondan sonracığıma komşu mahallelerdeki takımların yöneticilerini neyim de illet ediyor. Bazen bana diyorlar kine: Hamdullah Abi sen olmasan var ya biz bunu bir gün iyi bir pataklayacağız ama sen varsın arada. Bir gün bunu çektim bir köşeye konuştum. Dedim kine: La oğlum sen Dinektepespor’un başkanısın. Koskoca bir kulübü temsil ediyorsun la. Yapma böyle. Aval gaval durumlar olmasın sonra. Tamam abi dedi ama tam gaz devam. Değişen bir şey yok. Bunlar da güya yöneticiyiz diye geçinirler de esasına bakarsan mal gibiler la; ona tabi olmuşlar, içlerinden kızıyorlar ama yaptıklarına da hiç ses çıkarmıyorlar. Kardeşlerime söyleyeyim, bu Behçet denen adam bunları parmağında oynatıyor anlayacağınız. Bütün iyi şeyleri Behçet beyefendi tek başına şey etmiş de geri kalan yöneticilerin bu işlerde hiç emeği yok sanki. Bu Hulusi’ye kaç defa söyledim: La gardaşım bu Behçet’e bu kadar yüz vermeyin, yanlış yapınca uyarın da iyice şirazeden çıkmasın dedim. Doğru muyum Hulusi?”

Hulusi, başını hafifçe öne eğip masaya bakarak Hamdullah Abi’yi onayladı: “Doğrusun abi. Doğru söze ne denir?”

Hamdullah Abi, sandalyesinde doğrulup çayından bir yudum daha aldı. Sonra da kaldığı yerden devam etti: “Geçen haftaya kadar da bu böyle gidiyordu sizin anlayacağınız. Bu Behçet en son ne yapmış biliyor musunuz?”

“Ne yapmış abi?”

“Sen kalk, kulübün lokalinde çalışan Hüsnü’yle Rüstem’in üstüne Sabotiç Recep’le Uzun Şuayip’i getir.”

“Anlayamadım abi. Nasıl yani?”

“Şimdi Hüsnü’yle Rüstem lokalde çalışıyorlar ya. Gayet de iyi çalışıyorlar tamam mı? İkisi de genç, temiz, saygılı, okumuş, dölek çocuklar. Çayları da içilir yani. Bu Recep’le Şuayip de daha önce lokalde çalışıyorlardı. Ama bir şekilde ayrılıp gittiler. Hatta bu Recep, Gülü Dalında Sevenler Derneği midir nedir, işte onun lokalinde çalışmak için aniden ayrılınca Behçet çok kızıp epey bir söylendiydi arkasından. Bir daha karşıma çıkmasın, gözüme görünmesin, ölürsem kabrime gelmesin istemem gibi laflar ettiydi. Öyle değil mi la Hulusi? Recep’ti değil mi o, şu Behçet’in kızdığı hani?”

“He abi, Recep’ti.”

“Neyse. İşte bu Recep çalıştığı yerden ayrılmış mı kovulmuş mu orası meçhul, süklüm püklüm geri gelmiş. Şuayip de gittiği yerde işi bitincesine geri gelmez mi?”

“Vay anasını… Bak şu işe!”

“Yaa! Bu bizim Behçet de Hüsnü’yle Rüstem’e demiş kine: çocuklar siz çalışmaya devam edin ama Recep ve Şuayip abileriniz de sizinle birlikte lokalde çalışacak bundan sonra; emirleri de onlardan alırsınız tamam mı?”

“Yapma ya!”

“Valla bak! Asbaşkana, öteki yöneticilere falan sormak yok. Kafadan yapmış yapacağını.”

“Kimseye danışmamış yani?”

“He he he. Danışmıştır canım, danışmıştır. Yanında yöresinde gezen tipler var ya, onlara danışmıştır. Ama bu Dinektepespor da yılların kulübü gardaşım. Bizim Hulusi de yıllarını verdi bu kulübe mesela. Üstelik şimdi de asbaşkan. İnsan bir de Hulusi’ye sorar öyle değil mi?”

“Öyle abi. Yönetimde birlikte çalıştıklarına göre…”

“Tabii bizim Hulusi de kızmış bu işe. Lokalde işler gayet iyi giderkene bu işler nasıl işler, bu da neyin nesi böyle deyip söylenmiş Behçet’e. Behçet durur mu? O da buna kızmış; eğer Dinektepespor’un başkanı bensem ben de bildiğimi yaparım arkadaş demiş. Neyse. Gerisini Hulusi daha iyi biliyor, o anlatsın.”

“Aynen öyle oldu Hamdullah Abi” dedi Hulusi. “Ben başkanım, bildiğimi yaparım diyor la bana. Ben de dedim kine: Bak Behçet, bu işler böyle olmaz gardaşım. Bu işler yanlış işler. Bu yollar yanlış yollar. Hüsnü’yle Rüstem gayet güzel götürüyorlar işte lokali. Şimdi sırası mı Recep’le Şuayip’i yeniden işe almanın? Hem bilhassa Recep’e kızan, arkasından söylemediğini bırakmayan sen değil misin? Ölürsem kabrime gelmesin istemem demedin mi? Şuayip’in de ne yaptığı belli değil zaten. Şimdi ne oldu da geri alıyorsun bunları işe? Bana ne dedi biliyor musun? Seni ilgilendirmez canım, istediğimi yaparım dedi. Ba ba ba ba ba. Seni ilgilendirmez canım diyor bana. Çok ağrıma gitti bu söylediği. Niye ilgilendirmiyormuş beni şekerim diye sordum. Biz burada eşşek başı mıyız lan ibibik dedim. Biz burada yönetici değil miyiz aslanım dedim. Ben de Dinektepespor’un asbaşkanıysam, kulüple ilgili her şey ilgilendirir beni dedim. Verdim coşkuyu anasını satayım. Verdim coşkuyu.”

Emre’nin Babası merakla sordu: “Behçet ne yaptı sen böyle söyleyince?”

Hulusi altın dişini göstererek güldü: “Önce şaşırdı. Benden böyle bir çıkış beklemiyordu tamam mı? Sonra bir köpürdü ki sorma gitsin. Ne çemkiriyon la dedi bana, ne çemkiriyon! Gerisi bildik laflar işte. Yok avalmış da, yok gavalmış da, yok öyleymiş de, yok böyleymiş de… Yok, sen bana bunları nasıl söylersin? Yok, ayıp değil mi? Falan, fıstık…”

Bir anda Emre’nin Babası’yla göz göze geldik. Son zamanlarda yaşadığımız, gördüğümüz bazı olayları anımsayarak, birbirimize bakıp gülümsedik. Ben merakla sordum: “Sonra ne oldu Hulusi?”

“Sonra ne olacak Polatlılı gardaşım? Bak Behçet dedim. Seninle çok uzun zamandan beri arkadaşlığımız, hukukumuz var. Bu yaptığın Dinektepespor’un hayrına bir iş değil. Gel, vazgeç bu işten. Amatör kümeye girmek için birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu zorlu günlerde kulübün huzurunu kaçırma. Futbolcular, üyeler neyim, hepsi her gün bu lokale geliyor. Takımı da sıkıntıya sokma.”

“Aynen böyle mi söyledin? Valla iyi demişsin be Hulusi!”

“Aynen böyle söyledim gardaşım. Baktım hiç tınmıyor. Böyle devam edersen karşında beni bulursun; sonu pek iyi olmaz Behçet diye gözdağı verdim. Ne yaparsın la, ne yaparsın diye diklendi. Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın oğlum dedi bana. Ben de öyle mi beyefendi dedim. Halep ordaysa, arşın da burda. Hadi bakalım! Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Bundan sonra karşındayım Behçet dedim. Bir ay sonraki kongurede ben de başkanlığa adayım dedim. El mi yaman bey mi yaman, onu kongurede görürüz dedim.”

Emre’nin Babası iyice meraklanmıştı. Heyecanla sordu: “O ne dedi Hulusi?”

Hulusi çayından son yudumu da alıp, boşalan bardağı masaya bıraktı. Sonra da sandalyesine şöyle bir yaslandı: “Ne diyecek? Önce şaşırdı. Sonra da kızdı. Aday olsan ne olur la dedi, aday olsan ne olur? Öğretmenlerin seni bir güzel öğretmişler, bildiğinden şaşma goçum dedi bana.”

“Vay be! Şu işe bak. Sonra ne oldu?”

“Sonra ne olacak? Ben akıllı uslu arkadaşları, eski üyeleri kahvede toplayıp durumu anlattım. Bizim Pala Canip, Cesur Ramazan, Capon Remzi, Berber Cafer falan… Sağ olsunlar, bana bayağı bir destek verdiler yani. Bunun üzerine ben de başkanlığa adaylığımı koydum anasını satayım.”

“Şimdi adaysın yani. Peki kazanabilecek misin bakalım?”

“İşte hoşafın yağı orada kesiliyor gardaşım. Osmanlı’da oyun çoktur derler ya. İş ciddiye binince, bizim Behçet’e kim akıl verdiyse -ben, günahı boynuna Şuayip’ten şüpheleniyorum- kulübe benden habersiz yüz elli üye birden kaydetmişler geçen gün. Hepsi naylon la. Dinektepespor’la neyim hiç ilgileri yok kine. Dinektepe’nin nerede olduğunu bile bilmezler kine. Biri arabasıyla neyim getirmese yolunu bile bulamazlar la. Ulan kulübün zaten topu topu yüz elli üyesi var yok. Onların da ellisi ancak gelir kongureye. Bir de bu yüz elli naylon üyeyi eklersen oluyor üç yüz. Bunlar bir de kongurede oy kullanacaklar. Kime verecekler oylarını? Elbette Behçet’e. Hesap bu. Bizim Behçet, malefetin gücünü görünce sapıttı iyice. Pabucun pahalı olduğunu anladı tabii.”

Emre’nin Babası’yla aynı anda göz göze gelip bakıştık. Dinektepespor’da olanları bir yerlerden anımsıyorduk. Bizim babadostu hayretler içindeydi: “Demek tam yüz elli naylon üye kaydettiler ha! Yav bu nasıl iş böyle Hulusi?” diye sormaktan kendini alamadı.

Hulusi de söyleyecek bir şey bulamamıştı. “Valla bilmiyorum, öyle bir iş işte gardaşım” diyerek gülümsedi.

Bu arada Hamdullah Abi söze girdi: “Valla benim fikrimce de bu Behçet birilerinden akıllar alıyor. Hem de iyi akıllar… Lokalde yeniden işe başlattığı Uzun Şuayip olabilir. Şuayip’in kafası böyle alengirli işlere iyi çalışır. Öyle değil mi Hulusi? Zekai, bize dört çay getir yeğenim. Dölek olsun.”

“Hem de nasıl abi, hem de nasıl! Kongureyi lokalde yapacaklar. Bizim lokal elli-altmış kişiyi ancak alır. Geri kalan üyeler dışarıda kalacak. Bir de naylon üye kaydettikleri yetmiyormuş gibi aidatlarını yatırmayan üyelerin de peşine düşmüşler. Kendilerine oy verecek olanların aidatlarını yatıracaklarmış. Ba ba ba ba ba. Akıla bak akıla. Ama biz de boş durmayacağız elbette. Bizim de elimiz armut toplamıyor yani. Biz de gerekeni yapacağız tabii, anasını satayım.”

Hulusi böyle deyince ben de dayanamayıp sordum: “Böyle olursa kazanman biraz zor Hulusi. Kazanamazsan ne olacak?”

“Bizim grupta, mahallenin bebelerinden okuyup avkat çıkmış arkadaşlar var. Bu naylon üyelerin kongureye katılmalarını önlemek için mahkemeye müracaat ettik. Tedbir koyduracağız.”

“Mahkeme ihtiyati tedbir kararı vermeyebilir ama. Tedbir koymazsa ne yapacaksınız?”

“Mahkeme tedbir koymazsa mı? O zaman da avkat arkadaşlar, mahkemeye veririz, dava açıp iptal ettiririz diyorlar. Bu işin peşini bırakmayız Polatlılı. Gittiği yere kadar gideceğiz anasını satayım.”

Sözün burasında bizim Emre’nin Babası gülümseyerek tahminlerini sıralamaya başladı: “Evet, muhtemelen öyle olur Hulusi. Siz, naylon üyelerin kongreye katılamaması için tedbir konulmasını istediniz ama mahkeme tedbir koymaz. Böylece yeni üyeler kongreye katılıp oy kullanırlar. Oylarını da Behçet’e verirler. Behçet de seçimi kazanır bir güzel. Siz de kazanamayınca, kongreyi iptal ettirmek için mahkemeye gidersiniz. Mahkeme bilirkişi tayin eder, duruşmayı da erteler. Bilirkişi raporu onların lehine çıkar. Siz de itiraz edersiniz; bilirkişinin tehdit edildiğini ileri sürersiniz. Bunun üzerine duruşma başka bir tarihe ertelenir. Sonra da mahkeme davanın reddine karar verir. Siz de mahkemeyi kaybedince Yargıtay’a gidersiniz. Bu arada Behçet sağda solda arkandan konuşup seni yıpratmaya çalışır. Bir arkadaşın düğününde bile karşılaşsanız, seni davet ettiği için düğün sahibine kızıp orayı terk eder. Sonra…”

“Sonra…”

Evet. Bizim babadostu sözün devamını getiremedi. Çünkü Hulusi heyecanla sözünü kesmişti: “Kahin misin gardaşım be? Nereden bildin yav? Valla aynen öyle bir olay oldu yani. Evvelki gün bizim Dinektepespor’un yöneticilerinden Kara Zihni’nin oğlunun düğünü vardı Şenlik Düğün Salonunda, biliyor musun? Hamdullah Abi Ankara dışında olduğu için gelememişti. Behçet, Şuayip, Cango Reşit, Bakkal Üzeyir bir masaya oturmuşlar; önlerinde birer şişe votkalı yedigün, hafiften demleniyorlar. Biz de Pala Canip’le birlikte girdik düğün salonuna tamam mı? Amanın Behçet bizi görünce Zihni’ye bir kızdı, bir kızdı: Bunları da mı çağırdın la düğüne dedi. Zihni de dedi kine: Onlar benim arkadaşlarım Behçet, tabii ki düğünümüze çağıracağım dedi. Helal olsun Zihni’ye, harbi adammış. Behçet de ne dedi biliyor musun? O zaman bize eyvallah Zihni dedi. Kalkın la, durulmaz burda; gidiyoruz deyip arkadaşlarını da kaldırdı. Basıp gittiler. Yaa! Böyle oldu işte. Aynen senin dediğin gibi…”

Emre’nin Babası, gülümseyerek yan gözle bana bakıp devam etti: “Vay anasını… Ulan tıpkı… Neyse, sonracığıma Behçet sizin dava açmanızı hazmedemediğinden, ayrıca da sizden kurtulmak için başkana hakaret ettiniz diye sizi kendi seçtirdiği disiplin kuruluna verip bir güzel üyelikten attırmaya çalışır. Tabii disiplin kurulu da onun dediğinden çıkacak değil ya, aynen üyelikten şutlarlar sizi.”

Hamdullah Abi şaşırdı ama pek ihtimal vermedi: “Yapma ya! Yok canım. Bu kadarını da yapmaz insan eski arkadaşına.”

Hulusi de şaşırmıştı. Hamdullah Abi’yi destekledi: “Tabii canım. Behçet eski arkadaşına bunu yapmaz.”

Bu arada ben söze girdim ve Hulusi’ye, “Dinektepespor’un taraftar derneği var mı?” diye sordum. Ardından da yanıt vermesine zaman bırakmadan devam ettim: “Herhalde yoktur.”

“Yok gardaşım, ne taraftar derneği?” dedi Hulusi, “Ne de olsa amatör bir kulübüz. Hatta federe de olamadık daha canına yandığım. Amatör kümeye girmek için uğraşıp duruyoruz. Gerçi Dinektepe Mahallesi olaraktan çok şükür maçlarda destekçimiz çoktur ama taraftar derneğimiz yok maalesef. Niye sordun ki?”

“Hiç!” dedim, “Taraftar derneğiniz olsaydı, bir tahminimiz daha vardı. Ama madem taraftar derneğiniz yok, söylemeyelim o zaman. Onu da kendimize saklayalım. Öyle değil mi teyzemin oğlu?”

Emre’nin Babası bir şey söylemedi ve iki parmağıyla masayı tıkırdatıp gülümsemekle yetindi.

Artık hava kararmaya, kahve de kalabalıklaşmaya başlamış; bizim de gitme zamanımız gelmişti. Veda etmek için hareketlendiğimizde Hamdullah Abi “Bir el okey oynamadan hayatta bırakmam. Şöyle dölek bir Dinektepespor-Gençlerbirliği okey maçı yapalım” demesin mi?

Hamdullah Abi’yi mi kıracağız? Onu kıracağımıza otuz iki dişimizi kırarız daha iyi. Aldık ıstakaları önümüze, oturduk okeyin başına. Al taşı, ver taşı, çek taşı, at taşı… Sonuçta maçı kim kazandı? Tabii ki okeyi sürekli oynayan Hamdullah Abi’yle Altındiş Hulusi’nin oluşturduğu iki kişilik Dinektepespor okey takımı… Ama nihayetinde onlar da Gençlerli oldukları için Gençlerbirliği de yenilmiş sayılmazdı aslında.

Akşam olmuş, hava iyice kararmıştı. Hamdullah Abi’yle Hulusi’ye çay ve sohbet için teşekkür ettik; kucaklaşıp vedalaştık.

Tam Emre’nin Babası’nın full otomatik arabasına biniyorduk ki Hulusi’yle birlikte bizi uğurlamak için kahvenin kapısına kadar çıkmış olan Hamdullah Abi merakla sordu: “İkinci yarıda bağıracaklar mı gardaşım?”

Anladık ki aklı hala oradaydı. Bizim babadostuyla öylece birbirimize baktık.

Kısa bir suskunluktan sonra, “Bağıracaklar abi, hiç merak etme sen” dedi Emre’nin Babası. “Sen yeter ki gel maçlara. Nasıl bağırdıklarını kendi gözlerinle gör. Dinektepe tayfasıyla Hüdai’yi de getirmeyi unutma sakın. Onları da özledik.”

Dinektepespor’daki son olaylar ve gelişmeler işte böyle…

Neyse, tadında bırakıp burada bitirelim artık. Çok uzağımızdaki Dinektepe Mahallesi’nin futbol kulübünde olup bitenlerden bize ne canım! O, onların sorunu…

“Köyden Esen Fırtına Şıhahmetlispor” taraftarlarının yaklaşık otuz yıl önce Polatlı Şehir Stadı’nın tel örgülerine astıkları pankartta yazan slogan da Gençlerbirliği, Türk futbolu ve yaşama dair son sözlerimiz olsun:

SAKİN OL, ŞUURLU OYNA.
KARŞINDA YENİLMEYECEK TAKIM YOKTUR.

Sürç-ü lisan ettikse affola!

Kalın sağlıcakla.

26 Aralık 2006

Alıntı: SAKİN OL ŞUURLU OYNA-Necdet Özkazancı (Sayfa: 5-10, 197-208)

KAYIP DAVULUN TOKMANKÇISI (13 EYLÜL 2006)

“KOLPA” VE “KOLPACI” SÖZCÜKLERİ HAKKINDA BİLİMSEL BİR ARAŞTIRMA:

TÜRK DİL KURUMU SÖZLÜĞÜ:
Kolpa: Yok.
Kolpacı: Yok.
Kolpo (isim. İtalyanca “colpo”): Bilardo oyununda vuruş. Dalavere (argo)
Kolpocu (isim): Dalavereci.
Kolpoya düşmek (veya gelmek): Oyuna gelmek.


EKŞİ SÖZLÜK:
Kolpa Dalaverenin advanced versiyonudur. Bürokrasinin işlediği her yerde görülür. Öyle ki miniminnacık bir Selami Şahintepesi fii tarihinde ehliyetini almaya hede hödö trafik şube müdürlüğüne gider,bir jaguarın ilk taksidine yetecek miktarda para öder ve ödediği paranın üstünü bekler,ancak yetkili şahısın replikasyonu şöyledir bu durum karısında; "paranın üstü mü olur, o da damgacı arkadaşa gitti".."tokmakçı olsaymışsın be abi" ifadesini veren bir yüzle çok yetkili kolpacı şahısa bakılır..Sizin arkanızda sıra bekleyen Fenerbahçe basketbol takımının 4 numaralı oyuncusunun akıbeti ise cebindeki tüm transfer taksidini bu yetkili şahısa kaptıracak olmasıdır, çünkü kolpa beyi elemanın basketbolcu olduğunu kavramıştır.. Her gelenden 5 milyon para üstü koparsa ve günde en az 10 kişi gelse bu Kolpacıoğulları Limited'in yıllık cirosunu Fildişi Sahilleri’ndeki elmas madenlerine hissedar olmasına yetecek kadar katlar ikiye beshe..
Billur tuz..akar..akar..akar.. (rotting horse on the deadly ground, 05.02.2001 16:21 ~ 16:23)
Kolpa: (İtalyanca: colpo); bilardoda vuruş, çalımdan
.- fırsat, uygun durum, punt.
.- bir amaca ulaşmak için olağandışı davranma, rol yapma
.- açmaz, içinden çıkılması güç durum
.- hile, tuzak, ketenpere (pencere amelesi peterpan, 09.04.2002 11:34)
Kolpa: Beyaz boyalı esir evine dönen exbronxdan çıkıp çalacak yer aramaya başlayan iyi cover grubu. Toplam beş-altı defa görmüşümdür en fazla, yine de katakomb gibi bir yerden ziyade tavanı kafalara çarpmayan, hava alan ve daha yüksek kapasiteli bir mekanı hak ettikleri aşikardır. Bu yer neresi olabilir? Ben bilmem ama yine de line derim, serendip derim. (nemo ramjet, 13.03.2004 16:24)

İTÜ SÖZLÜK:
Kolpa: Yalan, yazış, sıkış, kolpacının söylediği şey. Bir çeşit taraftar. Cadde çocuklarının piyasaya ayak uydurabilmek için aldıkları sahte markalı giysilerin girebileceği grup.

Evet, yukarıdaki sözlükler üzerinde yaptığım incelemelerden anlaşıldığına göre Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ve yazım kılavuzunda “kolpa” ve “kolpacı” sözcükleri bulunmamakta olup, bunların yerine İtalyanca kökenli “kolpo” ve “kolpocu” sözcükleri yer almaktadır. Ekşi Sözlük ve İTÜ Sözlükte ise bu sözcüklere “kolpa” ve “kolpacı” olarak yer verilmektedir. İnternette yaptığım uzun ve yoğun bilimsel araştırmalarda “kolpo” ve “kolpocu” sözcüklerinin fazla dolaşımda bulunmadığını; bunların yerine daha çok “kolpa” ile “kolpacı” sözcüklerinin kullanılmakta olduğunu; dolayısıyla da argoda bu sözcüklerin yerleştiğini tespit etmem sonucunda ben de bundan sonra “kolpa” ve “kolpacı” sözcüklerini kullanmaya iftiharla karar vermiş bulunmaktayım.

Bu sıkıcı bilimsel açıklamalardan sonra, artık öykümüze geçebiliriz:

I. BÖLÜM

Anıl Akalp, Seyhun Akar, Umut C. Akbay, İbrahim Akbulut, Nevzat Akçaoğlu, Ozan Akçay, Levent Akçınar, Alper Akdemir, Metin Akgün, Hakan Ateş, İlker Atıcı, Bülent Atlas, Haldun Atlas, Olcay Ay, Umut Ayanoğlu, Onur Aydoğan, Özgür Balcı, Cem Bayrak, Ender Bediz, Yavuz Bilgutay, Erdem Ceydilek, Okan Çakar, İsmail Demirkan Çalışkan, Mehmet Ali Çetinkaya, Erdem Denk, Tunca Doğu, Erdem Ercan, Aslı Erdoğan, Çağlayan Erel, Ertuğrul Eryiğit, Bülent Esen, Mehmet Galip, Emin Gayretli, Haydar Gerlevik, Asuman Göksel, Ozan Güler, Mehmet Güner, Serkan Güngördü, Erdem Gürel, Ergun İnal, Evren Işık, Barış Karacasu, Erhan Kırımlı, Şahin Kızıltuğ, Kürşat Korkmaz, Umut Kuruç, Arda Küçükahmetler, Ural Nadir, Çağrı Nerkiz, Deniz Orhan, Koral Orhan, Ozan Orhan, Tunç Öcal, Deniz Özbilgin, Gökhan Özdemir, Dirim Özkan, Necdet Özkazancı, Akşit Özkural, Serdar Öztürk, Harun Palabıyık, Özümcan Deniz Pektaş, Can Soyer, Mehmet Soylu, Saygın Süt, Hacı Şenol, Metin Uçak, Zeki Uğurlu, Zafer Uslu, Ömür Yazıcı ve Orcan Yiğit…

Soyadlarına göre alfabetik sırayla yazılmış olan bu kişilerin en az iki ortak yanı var:
Birinci ortak yanları, hepsinin Gençlerbirliği’nin bağımsız taraftar sitesi http://www.alkaralar.com/ üyesi olmaları…

İkinci ortak yanları ise e-posta adreslerini ele geçiren Yaşar Batur adlı bir kolpacının “yağdı yağmur, çaktı şimşek” kıvamında, şiirsel bir dille yazıp gönderdiği mesajlara maruz kalmaları…

Evet, her şey 10 Eylül 2006 günü Yaşar Batur adlı kişinin “liderin_askeri@hotmail.com” adresinden bu kişilere aşağıdaki şiirsel e-posta mesajını göndermesiyle başladı.

Yaşar Batur, her yerde lidersiz bir tribün olduklarını söyleyen ve bununla gurur duyan Alkaralar’a sesleniyor ve onları bir liderin etrafında toplanmaya çağırıyordu:

“ne şişiniyonuz la türbün lidermiz yok diye ne şişniyonuz
şişinmeyin lidernizi bilinn
bilmiyossanız örenin
örenemssenizde öretelim tamammı
liredi olmayan türbün varmı baksan etrafna

davul kimmin
tomkak kimin
türbünün lideri kim
lidarimiz odur bizim
onu sevmiyen össün
ölsün
onu sevmiyen öslsün

harbi genclerliyiz
türbün delikanlıyısız
mnisa maçinda martondayız
sanalda deyil reeldeyiz
kıleviyede deyil türbündeyiz
herzamen heryardiyiz
biz liderin askeriyeyiz”


Bu mesaj, gönderildiği kişilerden bazılarına ulaşamayıp geri geldi. Ama mesajı alanlardan Umut Ayanoğlu, http://www.alkaralar.com/ forumunda hemen “Abuk subuk bir mail” başlıklı bir konu açtı ve mesajı aynen yayınlayarak en hızlı davranan Alkaralar üyesi oldu. Arkasından da diğer üyelerden yorumlar gelmeye başladı:

UMUT AYANOĞLU: Bugün, ismi Yaşar Batur olarak gözüken, tanımadığım bir şahıs tarafından bana gönderilmiş olan bir elektronik postayı virgülüne dokunmadan (zaten virgülü de yok ) sizinle paylaşmak istiyorum ve yorumu sizlere bırakıyorum. Bu mail içimizde başka kimseye gönderildi mi onu da merak ediyorum. Bu başlığın yalnızca üyelere açık olmasının uygun olacağını düşünüyorum. İşte o tuhaf mail...

DENİZ ORHAN: Bu mailden bana da geldi. Ben de “Sen koyun olup güdülmek istiyorsan ben ne yapayım?” dedim. Çok da ağır bir cevap verdim. Bu insanlar geri zekalı! Ne lideri yahu! Adam bana lider olacakmış. Len ben kimseye boyun eğmemişin tribünde, lidere mi tabi olacakmışım... Kolay gelsin bu öküzlere, her kimse...

GÖKHAN ÖZDEMİR: (Tahmin yürütüyor) Aynı mesaj bana da geldi. Zannedersem e-mail adresi yazılı olan herkese de gitti.

DENİZ ÖZBİLGİN: Bana neden gelmedi yahu. Türübünn nideri mmmenim ulan...

ANIL AKALP: (Yorumsuz bir durum tespiti yapıyor) Bana da geldi.

MEHMET GALİP: Bana gelmedi ama gelse de ciddiye alınacak bir mesaj olmadığı adamın Türkçesinden belli... Gülerdim herhalde.

DENİZ ÖZBİLGİN: From : Yaşar Batur Sent : Sunday, September 10, 2006 23:25 PM To : rebellianrage@hotmail.com Subject : harbi gençlrliyz. liredin askariyiz.
Sağ olasın Yaşar kardeş, ellerin dert görmesin...

UMUT KURUÇ: Bana da geldi. Ama benim mail adresim burada kayıtlı değil. Birilerinin gazına/dolduruşuna gelip göndermiş anlaşılan...

KORAL ORHAN: Ben bu arkadaşa okuma yazma öğreten (öğretemeyen) öğretmene kızdım. İşini iyi yapmamış.

ABREG CELEM: Liderin askerliği... Boş bir beklenti! Kişiliğimizi, tercihlerimizi, irademizi bir “lider”e teslim edip, boyun büküp, ardına dizilip onun “asker”i olmayı kabullenecek insanlar olsaydık zaten Gençlerbirlikli olmazdık; dahası, bu sitede hiç olmazdık. Bütün yazılıp çizilenlere rağmen bu gerçeği hâlâ kafası almayanlar var ne yazık ki. Ha, bir de “paralı askerlik” kurumu var, o ayrı.

SAYGIN SÜT: Bana da geldi bu mail. Yalnız ben biraz daha farklı düşünüyorum. Bence gayet hoş bir mesaj olmuş. Bu arkadaşlar eğlenceli gibi geldi bana. Oturup bir-iki sohbet etsek bayağı güleriz herhalde. Ayrıca farklı bir misyon da üstlenmişler anlaşılan. Örneğin teknoloji çağına kafa tutmak, savaş açmak gibi. Baksanıza, “internet sanal, biz reel” geçiniyorlar ama bize ulaşmak için de e-posta olayına giriyorlar . Dediğim gibi ilginç ve eğlenceli kişilikler. Hem ayrıca Gençlerli olsun, çamurdan olsun.

ŞENOL AKDEMİR: Çokça meraklandım. Otomobillerde ileri vites sayısı çok da geri vites sayısı neden bir tane oluyor diye isyan edip, şahsi zekasının geriliği için vites sayısını artırmaya çalışan bir arkadaş garibim.

BÜLENT ESEN: Mail bana da geldi.Kullanılan üslup, bana Davulcu Muzzy’yi çağrıştırdı. Bu tip maillerle, bir yere varacağını sanmak ne kadar akıllıca, artık siz düşünün. Hem bizim kapı gibi liderimiz var: HAMDULLAH ABİ… Onun üzerine lider tanımam ben.

http://www.alkaralar.com/ forumunda tartışmalar böyle sürerken, mesajı alan bazı üyeler de Yaşar Batur’a e-posta ile doğrudan yanıt gönderdiler.

Deniz Orhan kızgındı:

“Ya bi yürü git... Kendini kuyuya at felan. Senle mi uğraşacağız? Kimse bana lider ayağı yapamaz. Kendimin lideri benim.. GÜLDÜRDÜN BİZİ... ”

Emin Gayretli ise Yaşar’ı makaraya sarmaya niyetliydi:
“Tamam Maratondayız... Kapalıya gitsek daha iyi olmaz mı?”

Yaşar Batur’dan 12 Eylül 2006 günü Emin Gayretli’ye yanıt geldi:

“kapallı olmazz
orda kimmse yokki
kimi baartçaz orda
martondan başka olmaz”


Emin Gayretli bu mesajı yanıtlamakta gecikmedi:

“Sanki Maratonda bağırıyor da bizimkiler… Abi bilmiyor musun, herkes çekirdekçi… Tamam Maratondayız ama… Bil ki bağırmaz kimse…”

Bu arada Umut Kuruç da çok kızgındı. 12 Eylül 2006 günü sert bir yanıt da o yolladı, Yaşar Batur’a:

“Kim olduğunu bilmiyorum ama bu tip zırvalıklarla uğraşacak halim yok. Mail adresimin kim olduğunu bilmediğim bir kişi olarak sende ne işi var? Bu maili sana kimler yazdırıyor? O yazdıranlara da söyle, ne lidere ihtiyacımız var ne de sizin tehditlerinize. Utanmıyor musunuz bunları yazıp göndermeye??!! Biraz medeni olmayı deneyin.”

Yaşar Batur, bu mesaja aynı gün yanıt verdi. İşte o yanıt:

“ne kızıyon ne kızyon
kızcak nevar
türbünclüğü anlatıyom ben
bilmenn lazim bunnarı”


II. BÖLÜM

Yaşar Batur, 11 Eylül 2006 Pazartesi günü yeniden harekete geçti ve aynı kişilere “lidarin askari gorevde” başlıklı bir e-posta mesajı daha gönderdi:

“niye sessiniz çok çıkmıyo türübünde
anca üçbeş kişi barıyonuz
liderssiz nası baaracanız
davul nerde
tokmank nerde
demirin üstümde
hani türübünün lideri
lidrersiz olmazz türbünde”


http://www.alkaralar.com/ forumunda en hızlı davranan üye bu kez Anıl Akalp oldu. Bu mesajı hemen forumda yayınladı ve yorumunu yazmayı da ihmal etmedi. Arkasından da Bülent Atlas ve Seyhun Akar konuya ilişkin görüşlerini açıkladılar:

ANIL AKALP: İşte aynı kişiden bir mail daha… Okuma yazmayı hala öğrenememiş anlaşılan arkadaşımız. Hele o “tokmank nerde” bölümü öldürüyo beni ya… Kırıldım gülmekten.

BÜLENT ATLAS: Mail bana da geldi. Ben çalışmalara başlıyorum. Değmez ama kim olduğunu çıkaracağız bu arkadaşın inşallah. İz üstündeyim.

SEYHUN AKAR: Ben de biraz önce fark ettim posta kutumda… Sandım bizden biri gevezelik yapıyor… Yok, yani yazının şeklinden ancak bu sonuca vardım… Hatta dedim, Bülo’nun “Alkaralar Kıraathanesi” gibim bi şey bu… Bülo’ya gönderdim bir de maili, “Bu ne oğlum?” diye... Meğer komple bir girişimmiş… Ne diyem, helal olsun arkadaşlara… Çok teknik ve çok sosyal bir girişimde bulunmuşlar... Ben de arkadaşa aynen cevabı gönderdim... Hakikaten iş vakti işyerinde iyi eğlence çıktı.. Ahueahueahueahueee...

Deniz Orhan, Yaşar Batur’un gönderdiği ikinci e-posta mesajına daha çok kızmıştı. Mesajın her satırına ayrı ayrı yanıt vermeye girişerek yumuldu:

“niye sessiniz çok çıkmıyo türübünde”

“Cevap: Sana ne!!!”

“anca üçbeş kişi barıyonuz”

“Cevap: İstersem tek gelirim!!”

“liderssiz nası baaracanız”

“Cevap: Bağırmak isteyen yok zaten. Sen istiyorsan serbestsin bağırmakta karı gibi!!!” (Yazarın Notu: Bu Deniz de çok ağır konuşuyor yahu! Dilinin kemiği yok hiç.)

“davul nerde”


“Cevap: Tokmak müsait bi yerinde diyecem de ayıp olacak…” (Yazarın Notu: Aman dikkat Deniz, az daha bu da ağır kaçacaktı.)

“tokmank nerde”

“Cevap: Ona 'tokmank' değil 'tokmak' derler!!”

“demirin üstümde”

“Cevap: ‘demirin üstümde’ değil ‘üstünde’ yazacaktın. Hem ben deli miyim ne yapayım demirin üstünde?!”

“hani türübünün lideri”

“Cevap: Yok lider felan… Sen git kendi liderin ol. Kendi çapında eğlen. Sana “komutanım” mı diyecem? Sen kendini ne sanıyorsun? Sen kimsin de benim liderim olacaksın? Adın ne senin?? ”

“lidrersiz olmazz türbünde”

“Cevap: Bal gibi de olur. Sen git, koyun güt; çoban ol. Anca hayvanlara lider olursun!!!”
“ANLAYANA! BİR DAHA BANA MAİL ATMA SALAK HERİF! ” (Yazarın Notu: Çok ağır konuşuyorsun ama Deniz!)

Yaşar Batur, bu mesaja bir e-postayla hemen yanıt vermekte gecikmedi. Bu, aynı zamanda Umut’a da verdiği yanıttı:

“ne kızıyon ne kızyon
kızcak nevar
türbünclüğü anlatıyom ben
bilmenn lazim bunarı”


Bu arada Alkaralar’ın sevgili ağabeyi, “Diaspora Keçileri”nin en kıdemlilerinden olan Akşit Özkural da kendisine gönderilen e-posta mesajını almış ve Yaşar Batur’a çok kızmıştı. Çok ağır bir yanıt verip, sıkı bir fırça çekti “Liderin Askeri” Yaşar’a:

“Türkçe öğrenmeniz için size Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilkokul 1. sınıflar için hazırladığı okuma-yazma kılavuzunu alıp iyice bir çalışma yapmanızı salık veririm. Bu arada böyle satırların yazarı elbette ki Gençlerli olamaz; hatta bu kutsal kulübün adını ağzına bile alamaz. Gençlerbirliği taraftar kültürünün ne olduğu hakkında bilgi edinmeniz için Sayın Tanıl Bora’nın kulübümüz tarihini anlattığı “Ankara Rüzgarı” isimli başyapıtı okumanızı öğütlerim. Bu arada siz her kimseniz üslubunuzun daha çok mafya çetelerinin tetikçilerine benzer bir üslup olduğunu gördüğümü söylemeliyim. Bu kulüp size iki numara büyük gelir. Ne beni ne de diğer Gençlerbirliklileri rahatsız etmeyin. Bu ülkede yeterince görüntü kirliliği var; bir de sizi görmeyelim.” (Yazarın Notu: Alkışlar Sevgili Akşit Bey’e…)

Bu mesajı alan Yaşar Batur yelkenleri birazcık suya indirdi. Süngüsü düşmüştü. Akşit Bey’e bu halet-i ruhiye içinde yanıt verdi:

“ben kimmseyyi kızzdırmak istemyomki
barmıyonuz türbünde
türbünde baralım diyom
tezarat yapalim diyom ben”


Yaşar, bu mesajları bizim Emre’nin Babası’na da göndermişti ama ondan merakla beklediği yanıtı bir türlü alamıyordu. Emre’nin Babası’ndan hala tık yoktu… Yalnızca elektronik posta adresinin kolpacıda ne aradığını Bülent Atlas’a sormakla yetindi. Bülent, bu konuda bir bilgisi olmadığını söyleyince o da ses çıkarmadan bu kolpacılığın ardından ne çıkacağını beklemeye koyuldu. Bizim babadostu bir şeylerden kuşkulanıyor, fakat hiç belli etmiyordu. Kim bilir? Belki o da Yaşar Batur denilen kolpacının kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Seyhun Akar ise http://www.alkaralar.com/ forumunda yazdığı gibi Yaşar’la maytap geçmeyi kafasına koymuştu. Dolayısıyla bu fırsatı kaçırmadı. Ona aynı üslup ve yazım tarzıyla şu yanıtı gönderdi:

“yaw bilader hakikatan cok dorruu bi noktaya barmak bazmışın.. yok yani bu abuk sabuk maratondaki alkaralarda kimmiş yaw.. yok biz lidar tanımayız.. yok lidarsız olur bu işler.. yok yaşasan barış yok savaşma seviş.. ulan nereye kadar sevişacan değilmi yani.. yok yani insanında bi kapasatisası var beaa bilaadarım.. değilmi yanam.. seviş seviş nereye kadar.. insan arada bi soluklanmak istaer. ama bu entel krolar bundan anlamaz.. bi de kendilerina hamdullah abi diye bi herifi lidar olarak almışlarkı heç sorma.. arkanızdayız bizda kılız bu alkaralara.. alayına gidelim berabar tamammı.. sizi cok sevoojm..”



“şunun kılığaaa bak hele.. adam demen .. ama yok bunlar anlamaz ki be kardaşım.. cok doğru demişsin bu husstaaa.. arkandayaz...”

Yaşar Batur, nihayet sağlam bir yandaş bulmanın sevinci içindeydi. Seyhun’a hemen takdir duygularını ileten bir yanıt gönderdi.

Seyhun keyiflenmişti. Yaşar’dan gelen bu yanıtı hemen http://www.alkaralar.com/ forumuna taşıdı. İşte Yaşar’ın yanıtı ve Seyhun’un açıklaması:

“Yaşar başkana gönderdiğim maile bugün yanıt gelmiş.. Yaşar başkan az ama öz yazmış..”

“brava
bende onu diyom
türbünde baralım
tezarat yapalim
türübünü innetelimm
amma bana kızıyolar
sen kızmıyon amma demi”


Öte yandan Yaşar’la maytap geçmeyi sürdürmek için bağlantıyı koparmak istemeyen Seyhun, ona da düşüncelerine katıldığını belirten şu kısa yanıtı gönderdi:

“niye kızıyolarkı yawe.. yok yani kısanlara inat baaarmaak lazm bence.. sana bu husustaa cok desteak vereoom ben.. inan bunaa..”

III. BÖLÜM

Yaşar Batur, Alkaralar’dan oluşturduğu e-posta grubuna 12 Eylül 2006 Salı günü akşamı, bu kez “liderın askseri geliyo” başlığı altındaki son şiirini gönderdi:

“dovulda bizde
tokmankta bizde
lidermiznen martona gelcez bizde
baracaz demrin üstünde
tezarat yapçaz sizide baartçaz türbünde
harbi gençrlerliyiz
sanalda deyiliz realdeyiz
kılaviyede deyiliz türürbündeyiz
vur dessin vurarız
kır desiin kırırız
lidermizin emirindeyiz
biz liderin askeriyeyiz”


Bu mesajı alan Alkaralar’dan ilk harekete geçen ise Al Takım’ın acar elemanlarından, Kara Takım’ın korkulu rüyası Evren Işık oldu. Evren’in, http://www.alkaralar.com/ forumunda şu mesajı yazmasıyla, diğer Alkaralar da sökün ettiler. İşte o mesajlar:

EVREN IŞIK: Yaşar Batur'un son şiiri tüm kitapçılarda... Benim en çok sevdiğim şairdir kendisi... Anlatımındaki duruluk, Türkçe’yi kullanımındaki sadelik ve yaratıcılık, bunların yanında coşkulu ruh hali... Türk edebiyat hayatına hoş geldin Yaşar Batur...

ANIL AKALP: Ben de aldım o kitabı Bahçeli’den . Hala okuma yazmayı öğrenememiş garibim.

DENİZ ÖZBİLGİN: Üçüncü posta da geldi. Eylem haklı olmakla birlikte komik iletim ve komik uygulama hali ile ciddiyetsiz bir hal alıyor. Haliyle ben de dahil hiçbirimiz sallamıyoruz. Yaşar, okuyorsan zorlama daha fazla... Söylemek istediklerin yerine ulaşmıyor; bu yöntemle de ulaşmaz. Bekleme yapma emniyet şeridinde...

NECDET ÖZKAZANCI: (Fikir yürütüyor) Bu ne yahu?! Bana da geldi aynı e-postalardan... Eskiden herkesin değişik kullanıcı isimleriyle yazdığı dönemlerde “BİR DOST” diye bir kolpacı çıkmıştı ortaya. Bu da yeni bir “BİR DOST” olayı olmasın...

DENİZ ÖZBİLGİN: An itibari ile Azeri bir arkadaş ile sohbetteyim MSN’de... Tarz çok benziyor. Ben de okurken dalga geçiyordum ama yazım tarzı cehalet kaynaklı değilse Yaşar Batur, Hazar kıyısı taraflarından olabilir. Günahını almayalım arkadaşın...

EVREN IŞIK: Üslup kadar içerik de falsolu be Deniz... Hadi üslubu, şiveyi anlarım da içerik daha can sıkıcı...

UMUT AYANOĞLU: Ha iyi, herkese gelmiş bu mailden; rahatladım. Yoksa benle mi bir alıp veremediği var bu arkadaşın dediydim. Arkadaş edebiyat dünyamıza hızlı bir giriş yaptı yalnız. Kısa sürede birbirinden duygulu, birbirinden çarpıcı üç şiir! Bu hızla giderse çok yakında tüm kitapçılarda, Yaşar Batur'un “Kayıp Davulun Tokmakçısı” adlı eserini görebileceğiz.

UMUT AYANOĞLU: Özür dileyerek düzeltiyorum: “Kayıp Davulun Tokmankçısı” olacaktı. Umarım edebiyatımızın dev ismi Yaşar Batur bu hatamı bağışlar.

DENİZ ÖZBİLGİN: Yaşar Batur başkan, Gençlerbirliği şampiyon...

AYDIN DEMİREL: Bu e-postadan bana gelmemiş ama üzüldüm mü? Hayır. Ve lakin gülmekten bir hal oldum. Bana sanki biraz dalga geçilmek amacıyla yazılmış gibi geldi.

DENİZ ÖZBİLGİN: Bu hafta sonu sağa sola iyi bakın; apoletli, üniformalı birini görürseniz hemen onun askeri olalım...

IV. BÖLÜM

Tüm şiirlerini tüketen Yaşar Batur, artık yolun sonuna gelmişti. 12 Eylül’ü 13 Eylül’e bağlayan gece, aynı e-posta grubuna son şiirini gönderdi:

“davul seninn
tokmank senin
türübünün liderisin
sen hamdunlah abimiszin
seni sevnmiyenn ölnsün
öslsünn
seni sevmiyyen össün”


Liderin Askeri, bağlı olduğu tribün liderini nihayet açıklamıştı.

Yaşar Batur’un tribün lideri de, Alkaralar’ın tribün lideri olan Hamdullah Abi’ydi!

O da Alkaralar gibi Hamdullah Abi’ye bağlıydı!

Yaşar’ın bu mesajını alan Alkaralar arasında bu kez en hızlı davranan Deniz Özbilgin oldu. Mesajı hemen foruma taşıdı ve kısacık bir yorum yazdı:

“Taze düştü e-postalarımıza... Dört etti...”

Hazır kıta bekleyen Seyhun, Deniz’in bu mesajını ve Yaşar’ın son şiirini görünce, buna ilişkin görüşünü sıcağı sıcağına yazmayı ihmal etmedi. Seyhun’a göre Yaşar başkan, Hamdullah Abi’yi de sahiplenmişti:

“Ya bilader olay iyice komikaze bir hal aldı.. Hamdullah Abi’yi de sahiplendi Yaşar başkan.. Ayakta alkışlıyoruz velhasıl..”

Deniz Özbilgin de Seyhun’dan sonra şu mesajı yazdı foruma:

“Yalnız bu işin altından ciddi ciddi Hamdullah Abi çıkarsa ‘tiribun lidarı’ olarak, ben de o dakika Fenerbahçeli olurum o şaşkınlıkla... Düşünsene, Manisa santra yapacak, tam maç başlayacak; Hamdullah Abi çıkıyor demirin üzerine; omzunda apoletler, başında Napolyonvari bir şapka, boynunda kılıç takımı (Karağğyip Korsanları ekipmanları satılıyor oyuncakçılarda, yakışırrrr)...”

Alkaralar’ın sevgili ağabeyi Akşit Bey de dayanamadı ve kaç günden beri girmemek için kendini zor tuttuğu foruma nihayet girdi:

“Tam site yeknesaklaşıyor derken müthiş bir eğlence faktörü ortaya çıktı. Hiç kimse de fırsatı kaçırmamış bakıyorum. Bana da gelen bu maile yanıt verdim ama bence bu bir şaka veya dalga geçme girişimi. Çok abartmamak gerek gibi....”

Ertuğrul Eryiğit ise olaya soğukkanlılıkla yaklaşıyordu:

“Ben de sizin gibi düşünüyorum. Biri iyi bir şaka yaptı bize ve mailler gönderdi. Olsun iyi oldu.”

Deniz Özbilgin de foruma şunları yazdı:

“Dalga geçme olduğu açık. Bu nedenle postalara yanıt vermemenizi öneririm. Malzeme vermeyin bu cin arkadaşa. Ama burada dalga geçebiliriz. Toplaaağğrr gümbür gümbür patlıyorduu (Hababam Sınıfı, Domdom Ali repliği). Tokmahklağğrr zıbamm zıbamm patlıyorduu (komtağn türübün lidari repliği)”

Seyhun Akar ise Deniz Özbilgin’e şu yanıtı veriyordu:

“Ama kopmamak mümkün müdür yawww?...”

Amanın, o da ne?! Kaç günden beri sessizce olup biteni izleyen bizim Emre’nin Babası da nihayet dayanamamış ve konuya dalmıştı:

“Ben de Yaşar Batur isimli şair ruhlu arkadaşımız gibi düşünmekteyim. Demem o ki, tribün denen mekanın hakkını vereceksin kardeşim. Ööööööle yan gelip yatmak yok. Çalışacaksın, didineceksin, nefesinin son kertesine kadar takımın için gırtlağını patlatacaksın, arta kalan zamanlarda çekirdeğini çitleyeceksin. Ayrıcaaaaaa; tribünün lideri Hamdullah Abi’ye saygıda kusur etmeyeceksin. O yüce şahsiyeti gördüğün yerde davulu - tokmağı yere bırakıp, “Hörmetler Abi” diyeceksin. Bravo Yaşar Batur, arkandanım.”

Ve sonunda http://www.alkaralar.com/ yürütücüsü Bülent Atlas duruma el koyarak, Yaşar Batur adlı kolpacının kim olduğunu tespit ettiklerini duyuran bir açıklamayla konuyu kapattı. Bundan sonra kimsenin yazamaması için de sıkı bir kilit vurdu:

“Kat maliklerini rahatsız eden Yaşar Batur denilen kolpacıyı tespit etmiş bulunuyoruz. Kendisi bir Alkaralar üyesi çıktı. Gerekli açıklamayı Polates lakaplı Necdet Özkazancı yapacaktır. Bu topik kilitlenmiştir. Açıklama ile ilgili topik biraz sonra açılacaktır.”

Deniz, son mesajlarından birinde “malzeme vermeyin bu arkadaşa” diyordu ama o ana kadar işten geçmiş, Alkaralar Yaşar Başkan’a kullanabileceği yeterli malzemeyi zaten vermişlerdi. Yani mal batıya kaymıştı.

İşte böyle…

Tebrikler Alkaralar! Lütfen kameraya gülümseyip el sallayın. Sizi şakaladık!

Nasıl, iyi eğlendiniz mi?

Evet, konusu sanal alemde geçmekle birlikte kahramanları gerçek kişilerden oluşan bu kolpacılık öykümüzün nihayet sonuna geldik.

İçerik ve biçim olarak çok güzel bir öykü olmadı ama ne yapalım! En azından ilginç bir öykü denemesi olduğunu düşünüyorum. Çocuğunuz olur, sevinirsiniz. Özenle büyütmeye çalışır, büyüdüğünü izledikçe mutlu olursunuz. Çocuğunuzun güzelliği kendine yeter de ortalıkta ondan çok daha güzel çocuklar vardır. Bunu görür, bilirsiniz. Ama çocuğunuz sizin için her zaman güzeldir. Hani kirpi de yavrusunu “Pamuğum benim!” diye severmiş ya. Bizim öykü de öyle bir şey işte!

Her şeyden önce, bu ağır, rahatsız edici ve sinir bozucu şaka için tüm Alkaralar’dan özür diliyorum. İntikam olarak çok daha ağır bir şakayı hak ettiğimi düşünüyor ve kendimi şimdiden buna hazırlıyorum. Bu şakadan dolayı bana kızan, küsen ve hala kızgınlığı geçmeyen arkadaşlarımı da anlayışla karşıladığımı belirtmek istiyorum.

Aslında bir “kolpacı” olmayı ve çok sevdiğim arkadaşlarımı ağır bir şakayla kızdırmayı, bu şakanın sonunda böyle bir öykünün ortaya çıkacağını hiç düşünmemiştim.

Her şey 26 Ağustos 2006 Cumartesi günü akşamı oynanan Gençlerbirliği-B.B.Ankaraspor maçında başladı.

Maçtan önce, tribünde uzun zamandan beri lehinde tezahürat yapılmamasını protesto etmek amacıyla stada gelmeyen Tribünümüzün Lideri Hamdullah Abi’yi yeniden tribüne çekebilmek için bir tezahürat başlattım:

“OĞOOĞOOĞO HAMDULLAH ABİ! OĞOOĞOOĞO HAMDULLAH ABİ! TRİBÜNÜN LİDERİ HAMDULLAH ABİ! TRİBÜNÜN LİDERİ HAMDULLAH ABİ!”

Bu tezahüratıma yalnızca Hamdi Nerkiz katıldı. Maça yengemizle birlikte geldiği için utanan bizim Emre’nin Babası da dahil olmak üzere kimseden tık yoktu. Herkes çekirdek çitlemekle, sohbet etmekle, gazete okumakla meşguldü. Alkaralar’ı yetiştirmek için yıllarca hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan Hamdullah Abi kimsenin umurunda değildi. Ne yapalım, zorla değil ya! Biz de tezahürata son vermek zorunda kaldık.

Ertesi gün kendisine bağlılığımı sunmak, bir çayını içmek ve bir el de “66” oynamak için Hamdullah Abi’nin, Dinektepe’deki Alkara Kıraathanesine ziyarete gittiğimde, daha içeri girerkene şu soruyu sordu:

“Gine bağırmadılar, öyle değil mi Polatlılı gardaşım?!”

Yanıt veremedim. Sözcükler boğazıma düğümlenmişti sanki. Başımı üzüntüyle iki yana salladım. Gerçi aynı zamanda duygulu bir tespiti de içeren bu soruya sözlü olarak yanıt vermeme gerek yoktu. Çünkü durum, yüzümün ifadesinden de çok net bir biçimde belli oluyordu zaten.

Keyfimiz kaçmıştı. Hiç sohbet etmedik. Demli birer çay içip, zoraki bir “66” oynadıktan sonra Hamdullah Abi’ye veda ederek kıraathaneden çıkıyordum ki arkamdan seslendi:

“Manisa maçında bağıracaklar mı gardaşım?”

“Bağıracaklar abi, sen hiç merak etme!” diyerek biraz uzaklaştıktan sonra arkama dönüp baktığımda göz göze geldik. Soran gözlerle bakmaya devam ediyordu…

İşte o anda Alkaralar’a bu ağır şakayı yapmayı kafama koydum. Gençlerbirliği-Vestel Manisaspor maçının oynanacağı hafta bu düşüncemi gerçekleştirecektim.

Ve bir plan yaptım.

İşbirlikçisiz şaka olur mu? Olmaz! O zaman bir de bilgisayar işlerinden anlayan işbirlikçim olmalıydı. Birazcık düşündükten sonra en uygun işbirlikçiyi hemen buldum: Bülent Atlas!
Bülent, hem sırdaşım olacak hem de bana e-posta göndereceğim adresleri sağlayacaktı. Bizim Emre’nin Babası da dahil olmak üzere bu şakadan kimseye söz etmeyecektik. Bülent, sözleştiğimiz gün bu şakamızı herkese açıklayacaktı.

Hamdullah Abi olayını anlatıp konuyu kendisine açtığımda, oynayacağı rolü hiç düşünmeden kabul etti. Neden? Çünkü o da bizim gibi Hamdullah Abi’ye sonuna kadar sadıktı. Peki o zaman neden B.B.Ankaraspor maçında Hamdullah Abi için tezahürat yapmamıştı? Neden Hamdi Reis’le beni yalnız bırakmıştı? Evet, Hamdullah Abi için tezahürat yapmamıştı; bu doğruydu. Ama o gün maçta değildi ki! Bir iş için Ankara dışına gitmişti. Bülent Atlas maçta olacak da Hamdullah Abi için bağırmayacak! Peh! Gülerim ben buna!...

Neyse. Şakayı başlatmak için önce hepsi birbirinden güzel ve anlamlı o şiirleri yazdım. Ve o zaman çok iyi anladım ki şairlik herkesin yapabileceği bir iş değil.

Sonra “Yaşar Batur” adıyla “hotmail” uzantılı bir e-posta adresi aldım. Kullanıcı adını da “liderin_askeri” koydum. Sonuçta ne de olsa bizim liderimiz Hamdullah Abi ve biz de onun askeriyiz, öyle değil mi?

Ve e-posta adreslerini sağladığım Alkaralar’a o şiirsel mesajları göndermeye başladım.
Ve bu öyküde adları geçen Alkaralar, bu şakadan dolayı birkaç gün rahatsız ve tedirgin oldular; canları sıkıldı. Ama sonra gördüm ki bazıları bir süre sonra Yaşar Batur’a alışmaya ve onun şiirleriyle eğlenmeye başladı. Bu öyküyü, en yaşlısından en gencine kadar şakalanan arkadaşlarımız, tüm kahramanları kendileri olan bir öykü yazdıklarının farkında olmadan hep birlikte yazmış oldular. Ne kadar başarabildim bilmiyorum ama bana, yalnızca tüm yazarları gerçek kişi olan bu öyküyü toparlamaya çalışmak ve metne dökmek kaldı.

İster e-posta, isterse http://www.alkaralar.com/ forumları olsun yazılan tüm mesajları okuduğumda, Gençlerbirliği taraftarı ve Alkaralar ailesinin bir bireyi olduğum için, Hamdullah Abi’den başka lider tanımayan, kızgınken bile seviyesini düşürmemeye özen gösteren böylesine güzel arkadaşlarım olduğu için bir kez daha gurur duydum.

Bir şeyi daha itiraf edeyim ki, elli yaşında olmama karşın içimde hala bir çocuk var. Ve o çocuk, ben ne kadar kendimi sıkıp bırakmamaya çalışırsam çalışayım, bazen bir yolunu bularak serbest kalıyor ve oynamak için dışarı çıkıyor.

Ama diğer yandan hayal dünyam kısıtlı olduğu, tribünde de eskisi gibi öykü konusu olabilecek fazla özgün olay yaşanmadığı için uzun süreden beri öykü yazmakta sıkıntı çekiyorum.

Pek bilemiyorum, belki de yalnızca bana öyle geliyor; ama son zamanlarda gerek http://www.alkaralar.com/ forumlarında, gerekse tribünde -özellikle toplu hareketlerde- ben de dahil olmak üzere taraftarların oldukça ciddi bir görünüm sergilediğini; yalnızca biz değil, ülkemizdeki futbol tutkunlarının çok büyük bir bölümünün de futbolu ve taraftarlığı biraz fazla ciddiye aldığını düşünüyorum.

Oysa futbol her şeyden önce bir oyun ve şu üç günlük yalan dünyada yaşam çok kısa. Bugün varız, yarın yokuz.

“Yaşamı çok ciddiye almayalım; açlığı, yoksulluğu, şiddeti, savaşı, insanların uğradıkları haksızlıkları görmeyelim; keyfimize bakalım; günümüzü gün edelim” demiyorum. Bunu hiçbir zaman diyemem zaten. Her zaman iyi olalım. Her zaman dürüst olalım. Her zaman insan olalım. Kötülüklere karşı her zaman duyarlı olalım. Ama birbirimizi gerek forumlarda, gerekse tribünde gırgırdan, şamatadan, şakalaşmaktan, işletmekten, tribünümüzün lideri Hamdullah Abi için tezahürat yapmaktan, “DOMATESİN ÇEKİRDEĞİ”ni söylemekten, “BİR BABA HİNDİ” çekmekten mahrum bırakmayalım. İçimizdeki çocuğu zaman zaman da olsa serbest bırakalım. Bırakalım ki o da biraz oynasın. Serbest kalmaya onun da hakkı, onun da ihtiyacı var.

Doğarız, çocuk oluruz, genç oluruz, orta yaşlı oluruz, yaşlı oluruz.

Yaşamın her aşamasında hep aynı kişi olduğumuzu düşünürüz. Ama değişim çok yavaş olduğundan, aradan geçen yıllar içinde her gün biraz daha değişip başkalaştığımızın, biraz daha kendimize yabancılaştığımızın ve bir gün artık başka insan olduğumuzun hemen farkına varamayız.

Ve böyle yaşlanıp giderken, bir gün geriye dönüp baktığımızda artık o masum ve sevimli çocuk olmadığımızı; o gözü kara, çıkarsız ve hesapsız delikanlı olmadığımızı; geleceğe umutla bakan o güzel genç kız olmadığımızı; sevinçlerimizi, hayal kırıklıklarımızı ve çektiğimiz acıları hayretle görürüz.

Ve bir gün gelir ölürüz.

Ve işte o gün arkamızdan masum bir çocuk öylece bakar.

İçimizdeki çocuk!

Yarın 14 Eylül… Babamın bir gölge olmasının, gölgelerin arasına karışmasının 13. yıldönümü.
Dün gibi anımsıyorum. Onu toprağa verdikten sonra eve giderken, tanımlanamaz bir acı içinde son bir kez geriye dönüp baktığımda benden başka hiç kimsenin göremediği bir şeyi gördüm:
Başucunda oturan ve toprağını sevgiyle okşayan bir çocuk!

Zamanında hiç yaşayamadığı, ama her zaman çok sevip koruduğu, fırsatını bulduğu anda hemen serbest bırakıp oynamasına izin verdiği çocukluğu!

Bir ses duymuş gibi birden başını kaldırıp bana bakınca göz göze geldik. Gülümsüyordu. “Hiç merak etme, ben her zaman burada olacağım” demek istiyor gibiydi sanki.

Kalın sağlıcakla.

13 Eylül 2006

YARARLANILAN KAYNAKLARA:

Başta değerli büyüğümüz Akşit Bey ağabeyimiz olmak üzere şakalanan ve bu öyküyü el birliğiyle yazan tüm arkadaşlara…

Liderin Askeri Yaşar Batur’u azarlayan veya anlamaya çalışan ya da onunla maytap geçen tüm arkadaşlara…

Elektronik posta adresinin ele geçirilmesinden dolayı bir şeylerden kuşkulanan, ama ses çıkarmayıp sabırla ne olacağını bekleyen can dostum Emre’nin Babası’na…

Sıkı ve sadık bir Hamdullah Abi hayranı, hatta onun askeri olan işbirlikçim Bülent Atlas’a…

Tamamen doğaçlama ile oluşturulan bu öykünün adını koymuş olan Umut Ayanoğlu kardeşime…

Teşekkürler.

Alıntı: SAKİN OL ŞUURLU OYNA-Necdet Özkazancı (Sayfa:153-184)

RİVALDO’NUN HEDİYESİ (13 HAZİRAN 2005)

Geçen Pazartesi (6 Haziran 2005) günü, bizim Emre’nin Babası ile birlikte yeni sezon hazırlıkları için Abant’a kamp yapmaya gitmiştik.

Amacımız mümkün olduğunca kondisyonumuzu artırıp yeni halı saha sezonuna bomba gibi girmekti. Biz bu amaçla Abant Gölü’nün kenarındaki çayırda arkadaşlarla beraber top oynarkene, birdenbire çayırın kenarında Brezilya Teknik Direktörü Pareira belirmesin mi?

Hoş geldin, beş gittin derken kurt hoca ağzındaki baklayı çıkardı.

Meğerse Hoca, Dünya Kupası Güney Amerika eleme grubunda Arjantin Milli Takımı ile oynayacakları maç öncesinde kamp yapmak için Brezilya Milli Takımı’nı Abant’ta kampa almış.

Çayırda oynarkene yaptığımız hepsi birbirinden spektaküler hareketleri oteldeki odasının penceresinden görünce bizimle maç almak istedi.

Biz de “Bakalım Brezilya Milli Takımı’na karşı nasıl oynayacağız? Bu spektaküler hareketleri onlara karşı da yapabilecek miyiz?” diyerekten bu maç teklifini memnuniyetle kabul ettik.

İtiraf etmeliyim ki gerçekten de çok çekişmeli, müthiş bir maç oldu. Brezilyalı futbolcuların sert hareketlerine ve aşırı faullü oynamalarına rağmen özellikle ben ve bizim Emre’nin Babası’nın mükemmel oyunu ve sahalarımızda ender görülen ve hatta hiç görülmeyen gollerle maçı 5-2 kazanmayı başardık.

Tabii maç bittiğinde Ronaldo, Rivaldo, Adriano, Cafu, Alex, Roberto Carlos gibi yıldızlar hayretler içinde kaldılar.

Ve tabii ki Rivaldo hariç hepsi çok bozularak bize selam bile vermeden kös kös hamamın, pardon soyunma odasının yolunu tuttular.

Ancak Brezilya’nın 10 numarası Rivaldo koşarak yanımıza geldi ve bizi sarılıp öperek kutladıktan sonra, halı saha maçlarımızı uzun zamandan beri www.alkaralar.com’dan dikkatle izlediğini; Emre’nin Babası’nın diz hizasında, uçarak kafa atmaya müsait, adrese teslim mükemmel ortaları ile benim tanımlanamaz ölçüdeki spektaküler gollerimin hastası olduğunu ve futbol yaşamında her zaman bizi örnek aldığını son derece açık-seçik bir biçimde ve çok samimi bir dille ifade etti. Buradan kendisine alenen helal olsun diyorum.

Rivaldo, bize bu kadar yağı neden çekmişti?

Sözlerini bitirdikten sonra sadede geldi: Rivaldo, kendi forması karşılığında arkasında “Alkaralar” yazan bizim formalarımızı hatıra olarak saklamak ve antrenmanlarda giyip arkadaşlarına hava atmak için rica ediyordu.

Tabii biz de onun bu ricasını kıramazdık.

Rivaldo’ya dedim kine: “Rivaldo, goçum; sen bizden Brezilya Milli Takımı forması karşılığında arkasında ‘Alkaralar’ yazan Gençlerbirliği forması istiyorsun; biz de bu isteğini anlayışla karşılıyoruz. Seni kıramayız zaten. Ne var ki senin de bildiğin gibi halı sahalardaki şöhretleri www.alkaralar.com sayesinde dünyanın dört bir yanına yayılmış futbolcular olmamız hasebiyle bir Alkaralar formasının en az iki Brezilya formasına tekabül edeceği gerçeğinden hareketle senden iki Brezilya forması istiyoruz. Tabii bu teklifi de sırf senin güzel hatırın için yapıyoruz. Eğer bu teklifimizi kabul edersen değiş-tokuş işlemini derhal gerçekleştirmeye hazırız!”

Rivaldo: “Ne demek abi! Rica ederim yani. Memnuniyetle. Hiç lafı bile olmaz!” diyerekten, hemen valizindeki formalardan iki tane kaptı geldi. İkisi de kısa kollu olan, sarı ile yeşilin dengeli bir şekilde birleştirildiği, birinci sınıf ipekten mamul 10 numaralı formaların arkasında da “RİVALDO” yazısı uzaktan bile çok net bir şekilde görülebiliyordu.

Evet arkadaşlar, netice itibariyle Rivaldo’nun, Abant kampında bir adet Alkaralar forması karşılığında Emre’nin Babası’na ve bana hediye ettiği orcinal Brezilya formaları ile çıkacağız bu akşamki halı saha maçına.

İnşallah bu forma uğurlu gelir de Abant kampında depoladığımız kondisyonumuzun da etkisiyle bu akşam Al Takım ile oynayacağımız hayati öneme sahip dostluk maçında her zamanki spektaküler gollerimizi sıralama imkanı buluruz.

Öte yandan aldığım bir duyuma göre, Rivaldo’nun tatil yaparken Alkaralar formasıyla gezdiğini görüp kıskanan İtalya ya da İspanya’dan ünlü bir futbolcu da kendisine ait iki forma verip bir adet Alkaralar forması almak amacıyla Emre’nin Babası’nı ve beni ziyaret etmek için bizim dükkana gelecekmiş. Gelsin de görelim bakalım, kim bu şöhretli futbolcu?

13 Haziran 2005



Alıntı: SAKİN OL ŞUURLU OYNA-Necdet Özkazancı (Sayfa: 65-67)

BADAL (4 NİSAN 2005)

Tarih: 7 Mart 2005.

www.alkaralar.com’da bir konu başlığı: “KOMİKLER!”

Yazan Sinan Badal: “Bir de ben anlatayım başımdan geçeni. Kızılay’daki tüp geçidin altındaki havuzlar yapılmadan evvel, yayalar karşıdan karşıya tüp geçitten değil altından geçiyor. Geçidin altındaki polis arabasından da ‘sayın yayalar lütfen tüp geçidi kullanalım’ anonsu yükseliyor. Baktım yol boş; ben de geçeyim dedim. Tam geçerken polis hoparlöründen bir ses: ‘SİNAN BADAL sen de tüp geçidi kullan!’ Meğerse polis memuru asker arkadaşımmış!”

Kelimelerin yetersiz kaldığı ve boğazımızda düğümlendiği çok kötü bir gün yaşadık dün.

Alkaralar sitesinde bana ayrılan bu köşede bir gün sevgili kardeşim Badal’ın ardından bu satırları yazacağımı hiç düşünmemiştim.

Yaklaşık iki yıl önce birbirimizi hiç görmeden yalnızca Alkaralar sitesinde yazdığımız mesajlarla tanışırken, bir gün iş için geldiği Bakanlıkta önce Emre’nin Babası’nı, sonra da beni ziyaret etmişti.

Odadan içeri girdi ve “Polatlılı siz misiniz?” diye sordu.

Ben, işin doğrusu onun kim olduğunu bilmiyordum. Memleketimi soruyor herhalde diye düşünerek “Evet” diye cevap verdim.

“Gençlerbirliği taraftarısınız, öyle değil mi?” diye sordu bu kez gülerek.
Bu soruyla birlikte ben de onun Gençlerbirliği taraftarı olduğunu anladım ama merak ettim. Acaba kimdi bu arkadaş?

Benim sormama zaman bırakmadan kendini tanıttı: “Ben Badal'ım!”

Kucaklaştık. Çay içtik. Sohbet ettik. Futboldan konuştuk. Gençlerbirliği’nden konuştuk.

İtiraf edeyim ki Badal’ı ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Çünkü o günlerde kendisine öyle bir avatar seçmişti ki, ben Alkaralar sitesine yeni girmiş bir bilgisayar acemisi olarak, adam boğazlamaya hazır durumdaki sert görünümlü avatarından dolayı Badal’ı hep Gençlerbirliği’nin sert taraftarlarından biri olarak düşünmüştüm. Oysa tam tersiydi. Hayata bağlı, arkadaş ve dost canlısı, şeker gibi tatlı bir insandı.

Alkaralar forumlarının en devamlı ve en çok yazan üyelerinden biriydi. “Merkez Hakem Komitesi ve onun işbirlikçileri” Badal’ın uzmanlık alanındaydı ve bu konudaki başlıkları o açardı.

Tüm maçlara (halı saha ve deplasman maçları dahil) eşi, oğlu, kardeşi başta olmak üzere “familyası” ile birlikte gider ve bundan büyük bir zevk alırdı.

Geçen sezon Konyaspor deplasmanında beraberdik.

Yine geçen sezon İstanbul Olimpiyat Stadı’nda Gençlerbirliği ile Trabzonspor arasında oynanan Türkiye Kupası final maçında da beraberdik.

ASAŞ’ın bazı maçlarında Cebeci Stadı’nda beraberdik.

Gençlerbirliği’nin bazı UEFA Kupası maçlarında da Maraton’da beraberdik.

Gençlerbirliği’nin lig maçlarında biz Maraton’dan “KIRMIZIII!” diye bağırdığımızda, Gecekondu’dan “SİYAAH!” diye avazı çıktığı kadar bağıranlardan biri mutlaka Badal’dı. Çünkü o, lig maçlarında, “Badalgiller Familyası” dediği ailesiyle birlikte Gecekondu’daydı.

Her Pazartesi akşamı tesislarda oynadığımız halı saha maçlarına familyası ile birlikte sık sık gelir; oğlu Samet kendiliğinden Al Takım’ın acar elemanlarının arasına karışırken, Badal da hemen Kara Takım’daki yerini alırdı.

O bizim takım arkadaşımızdı!

O bizim tribün arkadaşımızdı!

O bizim dostumuzdu!

O bizim kardeşimizdi!

Oysa biz onunla Yenikent’teki ASAŞ-Bulancakspor maçında beraber olacaktık dün. Hiç konuşmadan, sözleşmeden…

Kendiliğinden…

Önceden konuşmaya, sözleşmeye zaten gerek yoktu, çünkü biz biliyorduk ki familyasıyla birlikte mutlaka gelecekti bu maça.

Ama olmadı.

Çok genç yaşta, zamansız kaybettik Badal’ı.

Dün, Karşıyaka’da son yolculuğuna uğurladık onu.

Güle güle Badal!

Güle güle sevgili kardeşim!

Güle güle güzel insan!

Güle güle kıdemli Alkara!

Arkadaşlığın, dostluğun, kardeşliğin için çok teşekkürler.

Her zaman aramızda olacaksın.

Seni hiç unutmayacağız!

4 Nisan 2005
Taraftar arkadaşımız Haydar Gerlevik'in, Badal'ın anısına hazırladığı bir video: http://www.youtube.com/watch?v=yuhKXzYEnNs



Alıntı: SAKİN OL ŞUURLU OYNA-Necdet Özkazancı (Sayfa: 46-48)

ANKARA’DA FENERBAHÇELİ OLMAK (11 MAYIS 2005)

Tarih: 7 Mayıs 2005, Cumartesi...

Galatasaray-Ankaragücü ve Diyarbakırspor-Fenerbahçe maçları bitmiş; Galatasaray 2-1, Fenerbahçe de 2-0 kazanmıştı. Böylece, şampiyonluk için mücadele eden bu iki takımdan Fenerbahçe, Galatasaray ile arasındaki dört puanlık farkı da koruyarak liderliğini sürdürmüş oluyor ve son üç haftaya önemli bir avantaj sağlamış olarak giriyordu.

Aynı günün akşamı, evinde televizyonun başına geçen N., TRT1 kanalında yayınlanan Stadyum programını izlemeye başladı.

Görüntüler… Görüntüler… Görüntüler… Bitmek tükenmek bilmeyen görüntüler…

Fenerbahçe ve Galatasaray takımlarının otobüsle stada gelişleri… Teknik adamların ve futbolcuların otobüsten inişleri… Futbolcuların maç başlamadan saatler önce stadın içinde yaptıkları gezintiler… Röportajlar… Spor yazarlarının görüşleri…

Tekrarlar… Tekrarlar… Tekrarlar…

Diyarbakırspor-Fenerbahçe maçındaki olaylar…

Vesaire… Vesaire…

Tam bir Ankara futbolu tutkunu olan ve yıllardan beri tüm benliğiyle Gençlerbirliği ile Ankaragücü’nü destekleyen N., Ankaragücü’nün Galatasaray’a yenilerek düşme hattına yaklaşmasının ve bu arada Kayserispor’un da beklenmedik bir şekilde Gaziantepspor’u deplasmanda yenerek düşme barajının iyice yükselmesine yol açmasının da verdiği keyifsizlikle vurdu kafayı yattı…

N., bir an için düşündü: 16 yaşından beri Ankara takımlarının peşinden koşuyordu. Artık ellisine merdiven dayamıştı ve şampiyonluk görmek istiyordu. Tribünleri tıklım tıklım doldurmuş olan taraftarların arasında şampiyonluk şarkıları söylemek istiyordu. Güçlü ve zengin, istediği futbolcuyu ve teknik adamı alabilen, istemediğini de gönderebilen, hep şampiyonluğa oynayan ve şampiyonluk dışındaki hiçbir sonucu başarı olarak kabul etmeyen bir kulübün taraftarı olmak istiyordu.

Evet, biraz düşününce bu takımı bulmuştu N.: Fenerbahçe!

Fenerbahçe’yi tutabilirdi. Bir takımın taraftarı olmak için bilgi, görgü, meslek, kentlilik bilinci, vs. gibi özelliklere gerek yoktu ki! Fenerbahçeliyim derdin olur biterdi. Zaten herkes öyle yapmıyor muydu? Fenerbahçeliyim diyordun Fenerbahçeli oluyordun. Galatasaraylıyım diyordun Galatasaraylı oluyordun. Beşiktaşlıyım diyordun Beşiktaşlı oluyordun.

Türkiye’nin bütün kentlerindeki insan yığınları bu takımları tutuyor, bu takımları tartışıyor, kendi kentlerinde bu takımların taraftar derneklerini kuruyor, bu takımlara para akıtıyorlardı. Türkiye’de futbolun yapısını belirleyen en büyük özellik güç ve paraydı. Evine ekmek götürmekte zorlanan Ankaralı, Kütahyalı, ya da Konyalı bir işsiz ağzını yaya yaya, dişlerini göstere göstere gülerek Fenerbahçeli, Galatasaraylı ya da Beşiktaşlı olduğunu söyleyebiliyor; Alex’i Brezilya’dan nasıl getirdiklerini ballandıra ballandıra anlatabiliyordu.

Bundan sonraki yaşamında, tuttuğu takımın başarılarıyla mutlu olmak ve öğünmek isteyen N., bu duygu ve düşüncelerle kesin kararını verdi: Bundan sonra Fenerbahçeli olacaktı!

Neden? Çünkü, bu üç İstanbul takımı içinde en zengini, en başarılısı, en güçlüsü Fenerbahçe’ydi! Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım bir demecinde, artık sadece sahada değil masa başında da kazanmayı öğrendiklerini gururla söylememiş miydi? Artık sahada da, masa başında da sürekli galip gelen ve başarılı olan bir takımın taraftarı olacaktı!

Yalnız bir sorun vardı: N., Ankara’da yaşıyordu. Hayatının tamamına yakını Ankara’da geçmişti ve Ankara’yı çok seviyordu. Yaz aylarında tatile gitmek için bile Ankara’dan ayrılmak istemezdi. Birkaç gün ayrılsa Ankara’yı, arkadaşlarını ve yakınlarını hemen özlerdi. Fenerbahçe ise bir İstanbul takımıydı ve Ankara’ya yalnızca üç maç için gelebilecekti.

Olsun! Onun da kolayı vardı: Fenerbahçe’nin Ankara’da oynayacağı maçları 19 Mayıs Stadı’nda Ankaralı Fenerbahçe taraftarlarıyla birlikte izler; İstanbul’daki maçları ile diğer deplasman maçlarını izlemek için de son yıllarda yerden mantar biter gibi çoğalmış olan Digitürk salonlarından birine giderdi. Diğer Ankaralı Fenerbahçe taraftarlarıyla birlikte sarı-lacivert şapka, atkı, forma ve bayraklarla sık sık dev ekranlı televizyona doğru hareketlenerek heyecanla tezahürat yapmak da çok hoş olurdu yani! Ayrıca zaten bütün televizyonlar ve gazeteler de yalnızca bu takımlardan bahsediyor, bu takımlardan haberler veriyordu. Luciano’nun çocuğunun diş çıkardığından, Alex’in eşinin televizyonda hangi Brezilya dizisini izlediğinden bile haberiniz oluyordu. Anlı şanlı spor yazarları gazetelerdeki köşelerinde ve televizyon programlarında uzun uzun bu takımların maçlarını yorumluyordu.

N., bunları düşününce birden keyiflendi. Artık gazetelerdeki spor sayfalarını daha bir zevkle okuyabilecek, saatlerce süren televizyon programlarını daha bir dikkatle izleyebilecek ve kendince yorumlar yapabilecekti. Ezeli rakipler Galatasaray ve Beşiktaş’ın başkanları ile yöneticilerine daha çok kızabilecek, yeri geldiğinde onlarla daha çok alay edebilecekti.

Neyse, bu sorun da çözülmüştü. Kısacası işlem tamamdı. Onu Fenerbahçe taraftarlığına kaydedecek bir makam ve defter de olmadığına göre kendisini artık Fenerbahçeli olarak sayabilir; her yerde gururla Fenerbahçeli olduğunu söyleyebilirdi. Ne güzel!

Sempatisi hala devam ediyordu ama kurtulmuştu artık bu Ankara takımlarından. Zaten o takımların başkanları ve yöneticileri de Fenerbahçeli, Galatasaraylı ya da Beşiktaşlıydı aslında. Ve hiçbir zaman bu takımların taraftarı olduklarını gizleme gereği bile duymuyorlardı.

Ya taraftarlar? Ankara takımlarının taraftarlarının sayısı artmak yerine gittikçe azalıyor, 19 Mayıs Stadı her geçen gün biraz daha tenhalaşıyordu. Ama N., yumuşak bir vücut çalımıyla kurtulmuştu bu sıkıntılı taraftarlıktan. Çünkü artık sürekli olarak şampiyonluk kovalayan, şampiyonluktan başka bir şey düşünmeyen, şampiyonluk dışındaki her dereceyi başarısızlık sayan güçlü ve zengin Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin taraftarıydı o!

Ve o büyük gün geldi çattı: 15 Mayıs 2005 Pazar akşamı… Ankaragücü-Fenerbahçe maçı…
Ankaralı bir Fenerbahçe taraftarı olarak 19 Mayıs Stadı’nda izleyeceği bu ilk maç için sabahtan itibaren hazırlanmaya başladı N… Gençlerbirliği ve Ankaragücü’nün kombine biletlerini cüzdanından çıkardı ve hatıra olarak saklamak için bir kutuya koydu. Çok heyecanlıydı. Acaba Ankaragücü’ne kaç gol atacaklardı? Yeneceklerdi; bu kesindi. Ama kaç gol atacaklardı? Önemli olan buydu!

Ankaragücü yönetimi de Fenerbahçe taraftarlarına her zaman olduğu gibi bir güzellik yapmış; Maraton’un yarısını, Saatli’yi ve Kapalı’yı Fenerbahçe taraftarlarına tahsis etmişti. Yani Fenerbahçe taraftarları stadda da üstünlüğü ele geçirmiş olacaklardı. Ne güzel!

Şimdi kim bilir ne coşkulu tezahüratlar yapar, şampiyonluk şarkılarıyla inletirlerdi stadı. Her golden sonra bir kere “Pınarbaşı”nı söyleseler, en az beş defa söyleyebileceklerini düşünüyordu bu türküyü. Ne güzel!

Ve biletini alıp stada girdi N… Stadın girişinde aldığı sarı-lacivert atkısı ve şapkasıyla Maraton’un sağında Ankaralı Fenerbahçe taraftarlarının arasına oturdu. Stadın Fenerbahçelilere ayrılmış olan bölümleri tıklım tıklımdı. Ne güzel!

N.’nin içi kıpır kıpırdı. Tezahürat yapmak istiyordu.
Ve önce Saatli’deki Fenerbahçeliler tezahürata başladılar. Sonra Kapalı, sonra da Maraton’daki Fenerbahçeliler katıldılar onlara. Ne güzel!

İşte bakın, Fenerbahçeli futbolcular çıktılar sahaya ısınmak için! Şu Alex mi? Şu da Nobre öyle değil mi? Luciano yok mu bugün? “AYLAVYU ALEX!... AYLAVYU ALEX!... AYLAVYU ALEX!... AYLAVYU ALEX!... OLE!... OLE!... OLE!... TUNCAY BURAYA!... TUNCAY BURAYA!... TUNCAY BURAYA!... TUNCAY BURAYA!... OLE!... OLE!... OLE!... NOBRE, NOBRE, NOBRE, NOBRE, MARCİO NOBRE!... NOBRE, NOBRE, NOBRE, NOBRE, MARCİO NOBRE!... OLE!... OLE!... OLE!...”

Ne güzel!

Yan tribünde, tel örgülerin ardında Ankaragücü taraftarları var. Çok kızgınlar. Kızmayın arkadaşlar. Neden kızıyorsunuz ki? Gelin siz de Fenerli olun! Fener’in kapısı herkese açık!

Telin ardından Pegasusluları görüyor N.: Şu Volkan, şu Tufan, işte Oktay da orada… Murat, Bülent, Fevzi, Burç, Tuğrul, Kürşat, Hakan, Metin Akgün, Ziver ve N.’nin isimlerini sayamadığı diğer Ankaragüçlüler Fenerbahçe tribününe bakıyorlar.
İşte! Bakın, onların hemen yanındakiler de Volkan’ın oğlu Ulaş ile ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan Genç Pegasuslular değil mi? Ne arıyorsunuz orada çocuklar? Yazık oluyor size yahu!... Daha çok küçüksünüz. Önünüzde uzun yıllar var. Eğer hep mutlu olmak istiyorsanız bu iş çok kolay: Gelin siz de Fenerli olun!
İşte! Şurada, demirin üstündekiler de Anti X grubu... Onlar da Fenerbahçe tribününe bakıyorlar.

N., pek iyi duyamıyor ama Ankaragüçlüler bir şeyler söylüyorlar. Evet, şimdi ses yükseldiği için daha iyi duyuyor N.: “ANKARA’NIN EKMEĞİ HARAM OLSUN!...” diyorlar; “BURASI ANKARA, BUNLAR YALAKA!...” diyorlar.

Bu Ankaragücü taraftarları da çok küfürbaz canım! Hep böyleler zaten. Galatasaraylılara da, Beşiktaşlılara da böyle yapıyorlar.

Fenerbahçe tribünleri hareketleniyor. Ankaralı Fenerbahçe taraftarları büyük bir keyifle ağızlarını doldura doldura bağırıyorlar: “BURASI KADIKÖY BURDAN ÇIKIŞ YOK!... BURASI KADIKÖY BURDAN ÇIKIŞ YOK!...” ve devam ediyorlar: “ANKARA KÜMEYE!... ANKARA KÜMEYE!...”

Fenerbahçe taraftarlarının bulunduğu tribünler bu tezahüratla inlemeye başlıyor.
Bu da ne böyle! Şimdi de Ankaragücü taraftarlarına el-kol işareti yapıyorlar ve küfür ediyorlar. Birisi, elindeki demir parayı Ankaragüçlülere fırlattı. Bu adamın üzerinde demir para ne geziyor? Polisler aramamış mı acaba? Bu Ankaralı Fenerbahçe taraftarları da, Galatasaray taraftarları da, Beşiktaş taraftarları da ister Ankaragücü, isterse Gençlerbirliği ile oynadıkları maçlarda Ankaragücü ve Gençlerbirliği taraftarlarına el-kol işareti ile kışkırtıcı, hatta küfürlü tezahürat yapıyorlar ve madde atıyorlar yahu! Bu kadarı da terbiyesizlik ama!

Şimdi de Ankaragücü tribünlerindeki tüm taraftarlar, tek bir vücut halinde, hep bir ağızdan o özgün ve güzel tezahüratlarını haykırmaya başladılar: “GURURLUYUZ GÜÇLÜYÜZ ANKARAGÜÇLÜYÜZ! GURURLUYUZ GÜÇLÜYÜZ ANKARAGÜÇLÜYÜZ!”


Ardından daha şiddetli haykırışlarla başka bir özgün tezahürata başlıyorlar: “İYİ GÜNÜNDE KÖTÜ GÜNÜNDE HEP BERABERİZ. ÇÜNKÜ BİZ ANKARAGÜÇLÜYÜZ!.”

Aman Allahım! Bunlar, N.’nin uzun yıllardan beri en çok sevdiği tezahüratlar... N., bir anda allak bullak oluyor ve heyecanla titreyerek ürperiyor.

Bu arada stadın dışından birisi N.’ye sesleniyor ve dışarı çağırıyor onu: “Yanlış yerdesin, biz Maraton’un soluna gireceğiz, buraya yani dışarı gel de beraber girelim. Ben sensiz giremem” diyor.

“Sen de kimsin?” diye soruyor N.: “Neden bensiz giremezmişsin ki?!”

Dışarıdaki ses: “Çünkü ben senin ruhunum!” diyor: “Beden olmadan ruh içeri giremez! Sen ise ruhunu yitirmiş, ruhsuz bir bedensin yalnızca! Bir hiçsin! Bir zavallısın!”

N., bu sesle birdenbire irkiliyor ve Ankaralı Fenerbahçe taraftarlarının bir maçlığına, geçici olarak oluşturduğu bu tribün grubuna ait olmadığını, bu kişilerle paylaşabileceği ortak hiçbir şeyinin bulunmadığını anlıyor.

Bir titreme nöbetine kapılıyor. Oradan hemen ayrılmak; tel örgüleri aşarak yan tribündeki Ankaragüçlülerin arasına gitmek istiyor.

Çünkü o bir Ankaralı! Eski günlerdeki gibi Ankaralıların, Ankaragüçlülerin, arkadaşlarının arasında olmak istiyor.

Arkadaşlarıyla kucaklaşmak, sohbet etmek, şakalaşmak istiyor.

Fenerbahçe atkısını ve şapkasını usulca çıkarıyor ve oturduğu koltuğa bırakıyor. Tel örgünün yanındaki polisin yanına gidiyor. Fenerbahçe tribününe yanlışlıkla girdiğini, oysa arkadaşlarının yandaki tribünde olduğunu, onların yanına gitmek istediğini söylüyor polise.

Polis kabul etmiyor: “Burada izleyeceksin bu maçı” diyor.

”O zaman ben de staddan çıkmak istiyorum” diyor N.

“Çıkamazsın, çünkü çıkmak yasak” diye cevap veriyor polis.

N., çaresizce ve endişe içinde sağına soluna bakınıyor. Kendisini kapana kısılmış gibi hissediyor ve buradan kurtaracak bir tanıdık arıyor.

Bu arada, dışarıdaki ses stadın duvarına tırmanıp oturmuş, N.’ye bakıyor gülümseyerek. “Gel!” diyor: “Gel, beni yani ruhunu içine al da birlikte buradan aşağı atlayıp kurtulalım. Ankaragüçlülerin yanına gidelim!”

N., heyecanla merdivenleri ikişer ikişer tırmanıp stadı çevreleyen duvara ulaşıyor ve ruhuyla bütünleşip aşağı atlıyor! Oysa, oradan atladığı zaman belki kolları, bacakları, birçok kemiği kırılacak; belki de sakat kalacak. Ama bu onun için o kadar önemli değil o anda!

Derken, ruhuyla bütünleşerek staddan aşağı atlayan N. daha yere değmeden kan-ter içinde uyanıyor; sağına soluna bakıyor: Evinde, yatağında!…
Gördüğü bir kabustan başka bir şey değil!

Tan ağarmış. Biraz sonra sabah olacak. Ankara, açık ve güneşli bir Pazar sabahına hazırlanıyor. Sabah Gençlerbirliği’nin mali genel kuruluna, öğleden sonra da Gençlerbirliği-Malatyaspor maçına gidilecek. Ne güzel!

Daha önümüzdeki Pazar gününe çok var.

N., yatağından kalkıyor; gardıropta asılı ceketinin cebindeki cüzdanını çıkarıp içine bakıyor: Evet, Ankaragücü ve Gençlerbirliği’nin kombine biletleri cüzdanında…

Bir sorun yok.

Rahatlıyor N. ve karyolanın tahtasına vuruyor üç kez. “Rüyası bile kötü!” diyor, kendi kendine gülümseyerek: “Rüyası bile kötü!”

11 Mayıs 2005
Alıntı: SAKİN OL ŞUURLU OYNA-Necdet Özkazancı (Sayfa: 49-56)
KALEMİZDE KAPTAN ADİL VAR-Necdet Özkazancı (Sayfa: 46-53)