1 Aralık 2007 Cumartesi

BEŞTEPE'DE... DİNEKTEPE'DE... (26 ARALIK 2006)

BEŞTEPE’DE...

Tribün hikayelerinden oluşan “YENİLSEN DE YENSEN DE” adlı kitabımı Nisan 2004’de yayımladıktan sonra Gençlerbirliği, 5 Mayıs 2004 günü İstanbul’da Olimpiyat Stadındaki Türkiye Kupası final maçında Trabzonspor’a 4-0 yenilerek kupayı kaybetti.

Her iki takım da bileklerinin hakkıyla bir çok takımı eleyerek buraya kadar gelmiş ve iki kez üst üste final maçı oynama onurunu kazanmışlardı. Doğal olarak bu takımlardan biri kupayı kazanacak, diğeri ise kaybedecekti. Dolayısıyla da bu final maçının hem seyirciler hem de sahadaki futbolcular bakımından adına yakışır bir şekilde, bir şölen, bir karnaval havasında oynanması gerekiyordu. Ama olmadı. Bizim gibi futbola gönül vermiş, takımını çok seven, onu bu final maçında gururla izlemek için işini gücünü bırakıp neşe içinde İstanbul yolculuğuna çıkan centilmen Gençlerbirliği taraftarlarını çok üzen ve derinden yaralayan utanç verici olaylar kupayı yitirme üzüntüsünün çok önüne geçti.

Bu maça ilişkin düşüncelerimi http://www.alkaralar.com/ yazdığım “YENMEK VE YENİLMEK” başlıklı yazımda belirttim.

Ardından 2003-2004 futbol sezonu bitti. Kulüp yönetimi, Milli Takım Teknik Direktörlüğü görevine getirilen Ersun Yanal’ın yerine Erdoğan Arıca ile anlaştı.

Oysa neredeyse tüm taraftarlar Gençlerbirliği teknik direktörlüğüne Aykut Kocaman’ı yakıştırıyorlar ve onun göreve getirilmesini istiyorlardı. Bunun için sezonun son maçında “KOCAMAN TAKIMA KOCAMAN HOCA” sloganını pankart haline getirip tribüne astılar. Ama kulüp yönetimi Erdoğan Arıca’da ısrarlıydı.

2004-2005 sezonuna deneyimli ama yorgun futbolculardan kurulu bir kadroyla giren ve takımı yeterince gençleştiremeyen Erdoğan Arıca başarılı olamayınca istifa etmek zorunda kaldı.

Bu istifa, kulüp yönetiminin yaptığı yanlıştan dönmesi için bir fırsattı. Ama kulüp yönetimi bu fırsatı kullanamadı ve bir yanlış daha yaparak, deneyimsiz bir teknik adam olan Oğuz Çetin’i göreve getirdi. O da başarılı olamadı. Takım kupadan elendi ve ligde de küme düşme korkusu yaşamaya başladı. Bunun üzerine Oğuz Çetin de görevden ayrılmak zorunda kaldı.

Daha 2004-2005 sezonunun ilk yarısı bitmeden iki teknik direktörle yollarını ayıran Gençlerbirliği’nin üçüncü teknik direktörü Ziya Doğan oldu. Ziya Doğan göreve gelince bir yandan dağılmış ve özgüveni kalmamış takımı toparlamaya diğer yandan da Hakan Aslantaş, Uğur Boral, Erhan gibi genellikle (A) takımda yedek kalan ya da altyapıda bulunan yetenekli genç futbolcuları da birer birer takıma kazandırmaya çalıştı. Bunun sonucunda başarılı sonuçlar da ard arda gelmeye başladı. Ziya Hoca ile çok güzel ve keyifli günler geçirdik. Öyle ki son maçlarda taraftarlar olarak büyük bir keyifle “BEŞİNCİ OLMAMIZ ENGELLENEMEZ!” diye tezahürat yapmaya başlamıştık. Nitekim takım, ligi beşinci olarak bitirdi.

Bu arada, Karşıyaka’yla anlaşan genel menajer Cem Onuk görevinden ayrılmış; bu davranışa çok kızan başkan İlhan Cavcav’ın “Ölürsem kabrime gelmesin istemem!” mealinde sözler söylediği bile basında dile getirilmişti. Cem Onuk’un görevini de genç menajer Hasan Çetinkaya üstlenmişti.

2005-2006 sezonuna da teknik direktör olarak başlayan Ziya Doğan, bu kez ASAŞ’tan Mehmet Çakır, Gökhan Gönül gibi genç yetenekleri de (A) takım kadrosuna aldı. Nijerya Genç Milli Takımının kaptanı İsaac Promise de transfer edilerek oldukça genç bir takımla sezona başlandı ama ne yazık ki beklenen başarı gelmedi. Bunun üzerine Ziya Doğan görevinden istifa etmek zorunda kaldı.

Kulüp yönetiminin teknik direktör olarak göreve getirdiği yeni isim ise daha önce de Gençlerbirliği’nde ve (A) Milli Takımda Ersun Yanal’ın yardımcısı olarak görev yapan Mesut Bakkal oldu. Mesut Bakkal, elindeki kadroyu ve kendisine verilen şansı çok iyi kullandı. Takım ard arda aldığı başarılı sonuçlarla UEFA Kupasına katılma şansını yükseltti.

Ve ne olduysa işte o günlerde oldu. Takım, ligin ikinci yarısında tam gaz UEFA şansını zorlarken, Cem Onuk’un Karşıyaka’dan ayrılıp yeniden Gençlerbirliği’ne döndüğü haberleri kulüp çevrelerinde yayılmaya başladı. Ama sonradan öğrenildi ki yalnızca Cem Onuk değil, Merkez Hakem Kurulu Başkanlığı görevi sona eren Ufuk Özertem de kulübe geri dönmüştü.

Bu dönüş sonrasında yapılan zamansız operasyon kulübü karıştırdı. Başkan Vekili Atilla Aytek ve arkadaşları buna karşı olduklarını belirttiler. Başkan İlhan Cavcav, tüm uyarılara kulaklarını tıkadı ve kendi bildiğini yaptı. Bunun üzerine Atilla Aytek, Mayıs ayında yapılacak olağan genel kurulda başkanlığa aday olduğunu açıkladı.

Ve İlhan Cavcav ile ekibi -belki de birilerinin önerisiyle- bugüne kadar hiç yapmadığı ve Gençlerbirliği’ne hiç yakışmayan bir şeyi yaptı. Büyük bir telaşla, alelacele yeni üye kaydına başlandı. Bir açıklamaya göre, çok kısa bir süre içinde kulübe 1000’in üzerinde yeni üye kaydedildi. İşlem o kadar pervasız yapıldı ki, muhalif üyelerin bu konudaki itirazlarına karşı onları yalanlayan ya da kendi yaptıklarını savunan ve kamuoyunu tatmin edecek şekilde aydınlatan bir yanıt bile verilmedi. Atilla Aytek ve arkadaşlarının yeni kaydedilen üyelerin genel kurula katılamaması için ihtiyati tedbir konulması istemiyle mahkemeye yaptıkları başvuru da kabul edilmedi.

İlhan Cavcav, sağduyusunu o kadar yitirmişti ki, kulübe canla başla hizmet eden ve uzun yıllar boyunca da hizmet etmek isteyen, üstelik bu sezon çok başarılı da olan genç menajer Hasan Çetinkaya’yı “24 yaşındaki çocuk ne anlar futbolcudan” gibi sözlerle aşağılayarak Cem Onuk’u yeniden göreve getirmesini savunmaya çalıştı.

Genel kurul günü gelip çattığında, daha önce tutulan 400 kişilik salon ve çevresi, çok kısa bir sürede kaydedilen yeni üyelerin de katılmasıyla tam bir keşmekeş ve kargaşa alanına döndü. Yüzlerce üye salon dışında kaldı.

Başkan İlhan Cavcav, yeni kaydedilen üyelerin çoğunlukta olduğu salonda dişe dokunur hiçbir şey söylemeden, bu üyelerin alkışları ve daha önce maçlarda zaman zaman kendisini istifaya davet eden bazı taraftarların “Taraftarız biz, çekeriz cefa; İlhan Cavcav bizi bırakma!” tezahüratları arasında kürsüden indi.

Seçime geçildiğinde, aidatları başkaları tarafından ödenen ve Gençlerbirliği ile uzaktan yakından ilgisi olmayan yüzlerce insan, birilerinin “Turuncu listeyi zarfa koyup atacaksın, unutma!” yönlendirmesiyle kulübü yönetecek kişileri seçmek için oy kullandı.

Ve sonuç: İlhan Cavcav’ın turuncu listesi, Atilla Aytek’in kırmızı listesi karşısında ezici çoğunlukla büyük bir “Pirus Zaferi” kazandı.

Bunun üzerine Atilla Aytek ve arkadaşları genel kurulun iptali için mahkemede dava açtılar.
Bu gelişmelerden olumsuz yönde etkilenmesi kaçınılmaz olan takım üçüncülüğü kıl payı kaçırdı ve UEFA Kupasına katılma şansını yitirdi.

İlhan Cavcav ile Atilla Aytek ve arkadaşlarının arası öyle açılmıştı ki, kulübün basın sözcüsü Muammer Akyüz’ün oğlunun sünnet düğününe davet ettiği Atilla Aytek ve arkadaşlarını gören İlhan Cavcav’ın, arkadaşlarını da alarak düğünü terk etmesi gazetelere haber oldu.

Bu arada başka bir ilginç gelişme de Gençlerbirliği Taraftarları Derneği’nde yaşandı. Dernek Başkanı Cumali Çalışkan görevi bıraktı. Yapılan genel kurulda başkanlığa iki aday vardı: Zeki Celasun ve Murat Kahramaner. Seçimi Murat Kahramaner ve listesi kazandı. 19 Mayıs Stadı’nın karşısındaki binasından Maltepe’deki eski kulüp binasına taşınmış olan Gençlerbirliği Taraftarları Derneği’nin başkanı Cumali Çalışkan’ın kulüp yönetimine yeterli destek vermediği gerekçesiyle görevinden ayrılmaya ve seçimde de Murat Kahramaner’e destek vermeye zorlandığı söylentileri uzun süre gündemde kaldı.

Ve 2006-2007 sezonu bu koşullarda başladı.

Takım pek tat vermiyor; iyi sonuçlar alamıyordu.

Ve Gençlerbirliği’nin Ankara’da Vestel Manisaspor karşısında aldığı 5-0’lık yenilgi bardağı taşıran son damla oldu. Maraton tribünündeki taraftarlar maçın sonlarına doğru kulüp yönetimini istifaya davet etmeye başladılar. Bunun üzerine her nasılsa kapısı açılmış olan Gecekondu tribününden çıkan bir grup, “ÇIK MARATON, ÇIK MARATON, DIŞARIYA ÇIK MARATON. EMANETİ GÖR, SALLAMAYI GÖR, DELİKANLI KİM MARATON?!” diye tezahürat yaparak yine her nasılsa kapısı açılmış olan Maraton tribününe girip taraftarlara saldırdı. Taraftarları centilmenlikleriyle tanınmış olan ve 2005-2006 sezonunda Futbol Federasyonu tarafından mavi bayrak ile ödüllendirilen Gençlerbirliği için çok üzücü ve utanç verici olan bu olay, 19 Mayıs Stadı’ndaki güvenlik zafiyetini de açık bir biçimde ortaya koymuştu. Ancak ne yazık ki birçok spor yazarı tarafından da yazılıp çizilen bu konuda Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne yapılan başvurulardan herhangi bir sonuç çıkmadı.

Bu arada kulüpte sular bir türlü durulmuyordu. İlhan Cavcav başkanlığındaki kulüp yönetimi, Alternatif Yönetimde yer alan Atilla Aytek, Zeki Ünaldı, Yaşar Durak, Muzaffer Özbayrak, Ali Rıza Onat, Bülent Atlas ve Fatih Dağcı’nın yönetim aleyhinde faaliyet gösterdiklerini, başkana hakaret ettiklerini ileri sürerek üyelikten ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk etti. İşin ilginç yanı, bu kişilerin, genel kurulun iptali amacıyla mahkemede dava açan kişiler olmasıydı.

Mayıs ayında yapılan genel kurulda İlhan Cavcav’ın listesinden seçilmiş olan Disiplin Kurulu da Atilla Aytek, Zeki Ünaldı, Yaşar Durak, Muzaffer Özbayrak ve Bülent Atlas’ın kesin ihracına, Ali Rıza Onat’ın bir yıl ve Fatih Dağcı’nın ise altı ay süreyle kulüp üyeliklerinin askıya alınmasına karar verdi.

Bir zamanlar omuz omuza çalıştığın ve çok yakın olduğun arkadaşlarını keyfi gerekçeler yaratarak üyelikten çıkarmak bu kadar basitti işte, bu kadar basit!

Genel kurulun iptali davasının görüldüğü mahkeme ise bilirkişiden gelen rapor doğrultusunda iptal isteminin reddine karar verdi. Atilla Aytek ve arkadaşları, bilirkişi raporuna itiraz ettiler ve bilirkişinin tehdit edildiğini ileri sürdüler. Ancak bu itiraz mahkemece dikkate alınmadı.

İşte böyle…

Ama şu da var ki, gerek disiplin kurulunun üyelikten çıkarma kararının ve gerekse genel kurulun iptali konusunda henüz her şey bitmiş değil. Her iki konuda da yargı süreci devam edecek ve kimin haklı olduğuna yüce yargı karar verecek.


DİNEKTEPE’DE...

Geçenlerde bizim Emre’nin Babası’nı dükkanında ziyaret ettim. Siyaset, sanat, edebiyat, spor alanında gayet önemli konulara parmak basarak sohbet ettik; fikir teatisinde bulunduk. Sonra da söz, uzun zamandan beri görmediğimiz Hamdullah Abi’ye gelip dayanınca bizim babadostu soruyu patlattı: “Yahu teyzemin oğlu, bu Hamdullah Abi’yi hiç göremiyoruz son zamanlarda. Maçlara da gelmiyor. Hem merak ettim hem de özledim valla. Nerededir, ne yapar, ne eder?”

“Valla babadostu” dedim. “Bildiğim kadarıyla tribünde taraftarlar kendisine tezahürat yapmadığı için gelmiyor maçlara. Eylülde bir çayını içmek için Dinektepe’deki kahvesine gittiğimde böyle söylemişti. Çok üzülüyormuş kendisine tezahürat yapılmamasına.”

Emre’nin Babası kısa bir süre düşündükten sonra: “Sen Dinektepe’ye gittiğinde ben yoktum halamın oğlu. Biliyorsun, Ayvalık’ta olduğum için gelememiştim. O zaman bu Cumartesi günü gidip bir ziyaret edelim abimizi be usta! Ne dersin, belki bizi görünce yumuşar da maçlara yeniden gelmeye başlar.”

Böyle kral bir öneriyi reddedemezdim. Hemen üstüne atladım. “Ne demek gardaşım!” dedim. “Ne demek! Hamdullah Abi’yi bir ziyaret edip çayını içmek bize de iyi gelir. Ben de özlemiştim zaten kendisini.”

Böylece geçen Cumartesi günü öğleden sonra bizim Emre’nin Babası’nın full otomatik arabasına atladığımız gibi soluğu Hamdullah Abi’nin Dinektepe’deki “Alkara Kıraathanesi”nde aldık.

Kahvenin kapısında bizi görünce “Vay, kimler gelmiş böyle? Hele gardaşlarıma! Siz buraların yolunu bilir miydiniz yahu? Hangi rüzgar attı sizi Dinektepe’ye?” diyerek ayağa kalkan Hamdullah Abi’yle öpüşüp kucaklaştıktan sonra masasına çöktük.

Bu arada başka bir masada okey oynayanları yancı olarak izlemekte olan Dinektepespor Asbaşkanı Altındiş Hulusi de oyunu bırakıp yanımıza geldi: “Ooo, aman da aman, aman. Kimler gelmiş, kimler gelmiş?”

“Vay! Hulusi de buradaymış” diyerek ayağa kalktık ve daha önce de birkaç kez geldiğimiz Dinektepe’de Hamdullah Abi aracılığıyla tanışıp arkadaş olduğumuz Hulusi’yle de kucaklaştık. Bir sandalye çekerek masamıza oturan Hulusi, altın dişini göstererek güldü: “Ben de biraz önce Hamdullah Abi’ye sizi sorduydumdu; nerede bunlar, hiç görüşemiyoruz diye. Öyle değil mi Hamdullah Abi?”

Hamdullah Abi Hulusi’yi onaylayarak gülümsedi. Ardından da sordu: “Çay taze gardaşlarım, içelim mi birer tane? İçimiz ısınır.” Emre’nin Babası, “İyi olur Hamdullah Abi be!” deyince, masanın hemen arkasındaki ocakçıya seslendi: “Zekai, bize dört tane demli çay ver ordan yeğenim.”

Çaylarımızı içerken, bizim Emre’nin Babası konuya girdi hemen: “Hamdullah Abi, neredesin yahu? Maçlara gelmez oldun. İlk yarı bitti. Hiç tribünde göremedik seni.”

Hamdullah Abi, utangaç bir gülümsemeyle yanıt verdi: “Valla işten güçten maçlara şey edemiyoruz gardaşım be! Biliyorsun kahvenin işleri…”

“Bırak şimdi kahvenin işlerini Hamdullah Abi. Mazeret değil bu. Kahveyi birkaç saatliğine bırakamıyor musun sanki? Eskiden Hulusi ve yeğenin Hüdai’yle birlikte Dinektepe tayfasını da getirirdin maçlara. Şimdi onlar da yok ortada.”

Emre’nin Babası’nın bu sözleri üzerine Hulusi topa girdi: “Şimdi, tabii sen haklısın da gardaşım; Hamdullah Abi de haklı. Türbünde Hamdullah Abi için hiç tezahürat yapmıyorlar. Koskoca türbün lideri gelmiş maça, türbünü coşturmaya; taraftarlar ‘Ver coşkuyu Hamdullah Abi!’ diyeceklerine hiç bakmıyorlar bile o tarafa.”

Ben Hulusi’nin sözünü keserek itiraz ettim: “Ama Hulusi, biz Emre’nin Babası’yla birlikte Hamdullah Abi için kaç defa tezahürat yaptık. Elimizden geldiğince gayret ediyoruz. Bunu sen de biliyorsun.”

Hamdullah Abi, sessizce çayından bir yudum aldı. Düşünceli gözlerle masaya bakıyor, söyleyeceklerini kafasında toparlamaya çalışıyordu.

Hulusi direndi: “Tamam gardaşım, bu söylediğini elbette ki yadsımıyorum. Birkaç defa Emre’nin Babası’yla ikiniz türbünde tezahürat şey ettiniz ama bir iki kişi dışında pek katılan da olmadı yani. Böyle de olmaz kine!”

Vay be, Hulusi’ye bak! “Yadsımıyorum” diyor. Biz görmeyeli sözcük dağarcığını bayağı geliştirmiş.

Emre’nin Babası, Hulusi’ye hak vererek araya girdi: “Haklısın Hulusi. Tribünde daha bir organize olmamız ve her maçta Hamdullah Abi’ye olan vefa borcumuzu yapacağımız tezahüratlarla ödememiz lazım. Buna yürekten katılıyorum.”

Hulusi yumuşamıştı: “Valla türbünde Hamdullah Abi’ye tezahürat şey edilirse, biz de Dinektepe tayfası olarak ikinci yarı gelmeye başlarız maçlara. Öyle değil mi Hamdullah Abi?”

Hamdullah Abi kırgınlığını belli etmemeye çalışarak, ama ikinci yarıda bir şeylerin değişeceğini de umarak yanıt verdi: “Valla, şimdi tabii türbünde tezahürat şey edilmese de olur da tezahürat şey edilince de güzel oluyor yani. İnsanın hoşuna gidiyor tabii. Gururlanıyorsun bir yerde canım. Kısmetse ikinci yarıda şey ederiz maçlara. Hayrullah Abim’den izin alıp Hüdai’yi de getiririm.”

Onun bu kararı bizi çok sevindirmişti. Emre’nin Babası’yla iyi ki gelmişiz diyen gözlerle birbirimize baktık. “İşte budur!” dedi Emre’nin Babası heyecanla, “Sana yakışan budur. Hamdullah Abi’siz tribün olur mu hiç? Mutlaka gelmelisin abi. Bak, gör tribünü o zaman.”

Gururla gülümseyerek arkasına yaslanan Hamdullah Abi, Zekai’ye seslenip dört çay daha getirmesini istedi.

Çaylarımızı karıştırırken Hulusi’ye sordum: “Sen nasılsın Hulusi? Dinektepespor nasıl gidiyor?”
Hulusi çayını karıştırıp bir yudum aldıktan sonra gülümseyerek yanıt verdi: “Bilmiyorum hocam be. Son günlerde pek uğrayamıyorum kulübe.”

Hamdullah Abi bıyık altından gülerek söze karıştı: “Biliyor, biliyor. Bilmez olur mu bu kurnaz? Her gün takipte. Biliyor da olan bitene canı sıkıldığı için pek konuşmak istemiyor.”

Emre’nin Babası merakla sordu: “Hayrola Hamdullah Abi? Dinektepespor’da olan biten nedir? Meraklandım şimdi valla.”

Hamdullah Abi, arkasına yaslanarak gevrek gevrek güldü: “He he he. Bu bizim Dinektepespor’un başkanı Behçet var ya! Sarı Behçet…”

“Hee! Ne olmuş Behçet’e?”

“Bu Behçet yaman adam valla. Bunlara öyle bir alicengiz oyunu oynadı ki sorma gitsin.”

“Sanki sana oynamadı mı Hamdullah Abi?” diye sitem etti Hulusi. “Sen de bu kulübün fahri başkanısın. Seni bile çiğnemedi mi bu Behçet denen ekmeksiz?”

Hamdullah Abi birden celallendi: “Beni ne çiğneyecek la, beni ne çiğneyecek? Beni çiğneyecek adam daha anasından doğmadı tamam mı goçum? O kadar kolay değil bu işler.”

“Ama abi çiğnedi işte. Sen kahveye çağırdın, kenara çekip konuştun. Senin dediğini yaptı mı? Yapmadı.”

“Yapmasın anasını satayım. Yapmazsa yapmasın. O öyle sansın. Benim şimdi seslenmediğime bakma sen. Şimdilik dur bakalım daha neler olacak diye şey ediyorum yani.”

Çok meraklanmıştık. Acaba Dinektepespor’da neler oluyordu? Ben dayanamayıp sordum: “Ne oldu Hamdullah Abi? Anlatsana ya. Meraklandık valla.”

Emre’nin Babası da “Valla öyle abi. İlginç bir şeyler olduğu kesin de…” diyerek topa girince, Hamdullah Abi yüzünde beliren kurnaz ve alaycı bir gülümsemeyle sandalyesine şöyle bir yaslandı; çayından bir yudum aldıktan sonra anlatmaya başladı: “Bu Behçet var ya bu Behçet, aha bunların sayesinde kulüp başkanı oldu biliyor musunuz? Aman bunda bir tafra, bir tafra. Sanırsın Dinektepespor’un başkanı değil de cumhurbaşkanı. Küçük dağları ben yarattım diye şişindiği yetmiyormuş gibi, yerli yersiz, ulu orta, abuk sabuk konuşup duruyor densiz. Aklına gelen ağzında. Hiç düşünme falan yok. La bir dur, düşün de sonra konuş. Yok, çene ishali olmuş gibi konuşuyor da konuşuyor. Ondan sonracığıma komşu mahallelerdeki takımların yöneticilerini neyim de illet ediyor. Bazen bana diyorlar kine: Hamdullah Abi sen olmasan var ya biz bunu bir gün iyi bir pataklayacağız ama sen varsın arada. Bir gün bunu çektim bir köşeye konuştum. Dedim kine: La oğlum sen Dinektepespor’un başkanısın. Koskoca bir kulübü temsil ediyorsun la. Yapma böyle. Aval gaval durumlar olmasın sonra. Tamam abi dedi ama tam gaz devam. Değişen bir şey yok. Bunlar da güya yöneticiyiz diye geçinirler de esasına bakarsan mal gibiler la; ona tabi olmuşlar, içlerinden kızıyorlar ama yaptıklarına da hiç ses çıkarmıyorlar. Kardeşlerime söyleyeyim, bu Behçet denen adam bunları parmağında oynatıyor anlayacağınız. Bütün iyi şeyleri Behçet beyefendi tek başına şey etmiş de geri kalan yöneticilerin bu işlerde hiç emeği yok sanki. Bu Hulusi’ye kaç defa söyledim: La gardaşım bu Behçet’e bu kadar yüz vermeyin, yanlış yapınca uyarın da iyice şirazeden çıkmasın dedim. Doğru muyum Hulusi?”

Hulusi, başını hafifçe öne eğip masaya bakarak Hamdullah Abi’yi onayladı: “Doğrusun abi. Doğru söze ne denir?”

Hamdullah Abi, sandalyesinde doğrulup çayından bir yudum daha aldı. Sonra da kaldığı yerden devam etti: “Geçen haftaya kadar da bu böyle gidiyordu sizin anlayacağınız. Bu Behçet en son ne yapmış biliyor musunuz?”

“Ne yapmış abi?”

“Sen kalk, kulübün lokalinde çalışan Hüsnü’yle Rüstem’in üstüne Sabotiç Recep’le Uzun Şuayip’i getir.”

“Anlayamadım abi. Nasıl yani?”

“Şimdi Hüsnü’yle Rüstem lokalde çalışıyorlar ya. Gayet de iyi çalışıyorlar tamam mı? İkisi de genç, temiz, saygılı, okumuş, dölek çocuklar. Çayları da içilir yani. Bu Recep’le Şuayip de daha önce lokalde çalışıyorlardı. Ama bir şekilde ayrılıp gittiler. Hatta bu Recep, Gülü Dalında Sevenler Derneği midir nedir, işte onun lokalinde çalışmak için aniden ayrılınca Behçet çok kızıp epey bir söylendiydi arkasından. Bir daha karşıma çıkmasın, gözüme görünmesin, ölürsem kabrime gelmesin istemem gibi laflar ettiydi. Öyle değil mi la Hulusi? Recep’ti değil mi o, şu Behçet’in kızdığı hani?”

“He abi, Recep’ti.”

“Neyse. İşte bu Recep çalıştığı yerden ayrılmış mı kovulmuş mu orası meçhul, süklüm püklüm geri gelmiş. Şuayip de gittiği yerde işi bitincesine geri gelmez mi?”

“Vay anasını… Bak şu işe!”

“Yaa! Bu bizim Behçet de Hüsnü’yle Rüstem’e demiş kine: çocuklar siz çalışmaya devam edin ama Recep ve Şuayip abileriniz de sizinle birlikte lokalde çalışacak bundan sonra; emirleri de onlardan alırsınız tamam mı?”

“Yapma ya!”

“Valla bak! Asbaşkana, öteki yöneticilere falan sormak yok. Kafadan yapmış yapacağını.”

“Kimseye danışmamış yani?”

“He he he. Danışmıştır canım, danışmıştır. Yanında yöresinde gezen tipler var ya, onlara danışmıştır. Ama bu Dinektepespor da yılların kulübü gardaşım. Bizim Hulusi de yıllarını verdi bu kulübe mesela. Üstelik şimdi de asbaşkan. İnsan bir de Hulusi’ye sorar öyle değil mi?”

“Öyle abi. Yönetimde birlikte çalıştıklarına göre…”

“Tabii bizim Hulusi de kızmış bu işe. Lokalde işler gayet iyi giderkene bu işler nasıl işler, bu da neyin nesi böyle deyip söylenmiş Behçet’e. Behçet durur mu? O da buna kızmış; eğer Dinektepespor’un başkanı bensem ben de bildiğimi yaparım arkadaş demiş. Neyse. Gerisini Hulusi daha iyi biliyor, o anlatsın.”

“Aynen öyle oldu Hamdullah Abi” dedi Hulusi. “Ben başkanım, bildiğimi yaparım diyor la bana. Ben de dedim kine: Bak Behçet, bu işler böyle olmaz gardaşım. Bu işler yanlış işler. Bu yollar yanlış yollar. Hüsnü’yle Rüstem gayet güzel götürüyorlar işte lokali. Şimdi sırası mı Recep’le Şuayip’i yeniden işe almanın? Hem bilhassa Recep’e kızan, arkasından söylemediğini bırakmayan sen değil misin? Ölürsem kabrime gelmesin istemem demedin mi? Şuayip’in de ne yaptığı belli değil zaten. Şimdi ne oldu da geri alıyorsun bunları işe? Bana ne dedi biliyor musun? Seni ilgilendirmez canım, istediğimi yaparım dedi. Ba ba ba ba ba. Seni ilgilendirmez canım diyor bana. Çok ağrıma gitti bu söylediği. Niye ilgilendirmiyormuş beni şekerim diye sordum. Biz burada eşşek başı mıyız lan ibibik dedim. Biz burada yönetici değil miyiz aslanım dedim. Ben de Dinektepespor’un asbaşkanıysam, kulüple ilgili her şey ilgilendirir beni dedim. Verdim coşkuyu anasını satayım. Verdim coşkuyu.”

Emre’nin Babası merakla sordu: “Behçet ne yaptı sen böyle söyleyince?”

Hulusi altın dişini göstererek güldü: “Önce şaşırdı. Benden böyle bir çıkış beklemiyordu tamam mı? Sonra bir köpürdü ki sorma gitsin. Ne çemkiriyon la dedi bana, ne çemkiriyon! Gerisi bildik laflar işte. Yok avalmış da, yok gavalmış da, yok öyleymiş de, yok böyleymiş de… Yok, sen bana bunları nasıl söylersin? Yok, ayıp değil mi? Falan, fıstık…”

Bir anda Emre’nin Babası’yla göz göze geldik. Son zamanlarda yaşadığımız, gördüğümüz bazı olayları anımsayarak, birbirimize bakıp gülümsedik. Ben merakla sordum: “Sonra ne oldu Hulusi?”

“Sonra ne olacak Polatlılı gardaşım? Bak Behçet dedim. Seninle çok uzun zamandan beri arkadaşlığımız, hukukumuz var. Bu yaptığın Dinektepespor’un hayrına bir iş değil. Gel, vazgeç bu işten. Amatör kümeye girmek için birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu zorlu günlerde kulübün huzurunu kaçırma. Futbolcular, üyeler neyim, hepsi her gün bu lokale geliyor. Takımı da sıkıntıya sokma.”

“Aynen böyle mi söyledin? Valla iyi demişsin be Hulusi!”

“Aynen böyle söyledim gardaşım. Baktım hiç tınmıyor. Böyle devam edersen karşında beni bulursun; sonu pek iyi olmaz Behçet diye gözdağı verdim. Ne yaparsın la, ne yaparsın diye diklendi. Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın oğlum dedi bana. Ben de öyle mi beyefendi dedim. Halep ordaysa, arşın da burda. Hadi bakalım! Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Bundan sonra karşındayım Behçet dedim. Bir ay sonraki kongurede ben de başkanlığa adayım dedim. El mi yaman bey mi yaman, onu kongurede görürüz dedim.”

Emre’nin Babası iyice meraklanmıştı. Heyecanla sordu: “O ne dedi Hulusi?”

Hulusi çayından son yudumu da alıp, boşalan bardağı masaya bıraktı. Sonra da sandalyesine şöyle bir yaslandı: “Ne diyecek? Önce şaşırdı. Sonra da kızdı. Aday olsan ne olur la dedi, aday olsan ne olur? Öğretmenlerin seni bir güzel öğretmişler, bildiğinden şaşma goçum dedi bana.”

“Vay be! Şu işe bak. Sonra ne oldu?”

“Sonra ne olacak? Ben akıllı uslu arkadaşları, eski üyeleri kahvede toplayıp durumu anlattım. Bizim Pala Canip, Cesur Ramazan, Capon Remzi, Berber Cafer falan… Sağ olsunlar, bana bayağı bir destek verdiler yani. Bunun üzerine ben de başkanlığa adaylığımı koydum anasını satayım.”

“Şimdi adaysın yani. Peki kazanabilecek misin bakalım?”

“İşte hoşafın yağı orada kesiliyor gardaşım. Osmanlı’da oyun çoktur derler ya. İş ciddiye binince, bizim Behçet’e kim akıl verdiyse -ben, günahı boynuna Şuayip’ten şüpheleniyorum- kulübe benden habersiz yüz elli üye birden kaydetmişler geçen gün. Hepsi naylon la. Dinektepespor’la neyim hiç ilgileri yok kine. Dinektepe’nin nerede olduğunu bile bilmezler kine. Biri arabasıyla neyim getirmese yolunu bile bulamazlar la. Ulan kulübün zaten topu topu yüz elli üyesi var yok. Onların da ellisi ancak gelir kongureye. Bir de bu yüz elli naylon üyeyi eklersen oluyor üç yüz. Bunlar bir de kongurede oy kullanacaklar. Kime verecekler oylarını? Elbette Behçet’e. Hesap bu. Bizim Behçet, malefetin gücünü görünce sapıttı iyice. Pabucun pahalı olduğunu anladı tabii.”

Emre’nin Babası’yla aynı anda göz göze gelip bakıştık. Dinektepespor’da olanları bir yerlerden anımsıyorduk. Bizim babadostu hayretler içindeydi: “Demek tam yüz elli naylon üye kaydettiler ha! Yav bu nasıl iş böyle Hulusi?” diye sormaktan kendini alamadı.

Hulusi de söyleyecek bir şey bulamamıştı. “Valla bilmiyorum, öyle bir iş işte gardaşım” diyerek gülümsedi.

Bu arada Hamdullah Abi söze girdi: “Valla benim fikrimce de bu Behçet birilerinden akıllar alıyor. Hem de iyi akıllar… Lokalde yeniden işe başlattığı Uzun Şuayip olabilir. Şuayip’in kafası böyle alengirli işlere iyi çalışır. Öyle değil mi Hulusi? Zekai, bize dört çay getir yeğenim. Dölek olsun.”

“Hem de nasıl abi, hem de nasıl! Kongureyi lokalde yapacaklar. Bizim lokal elli-altmış kişiyi ancak alır. Geri kalan üyeler dışarıda kalacak. Bir de naylon üye kaydettikleri yetmiyormuş gibi aidatlarını yatırmayan üyelerin de peşine düşmüşler. Kendilerine oy verecek olanların aidatlarını yatıracaklarmış. Ba ba ba ba ba. Akıla bak akıla. Ama biz de boş durmayacağız elbette. Bizim de elimiz armut toplamıyor yani. Biz de gerekeni yapacağız tabii, anasını satayım.”

Hulusi böyle deyince ben de dayanamayıp sordum: “Böyle olursa kazanman biraz zor Hulusi. Kazanamazsan ne olacak?”

“Bizim grupta, mahallenin bebelerinden okuyup avkat çıkmış arkadaşlar var. Bu naylon üyelerin kongureye katılmalarını önlemek için mahkemeye müracaat ettik. Tedbir koyduracağız.”

“Mahkeme ihtiyati tedbir kararı vermeyebilir ama. Tedbir koymazsa ne yapacaksınız?”

“Mahkeme tedbir koymazsa mı? O zaman da avkat arkadaşlar, mahkemeye veririz, dava açıp iptal ettiririz diyorlar. Bu işin peşini bırakmayız Polatlılı. Gittiği yere kadar gideceğiz anasını satayım.”

Sözün burasında bizim Emre’nin Babası gülümseyerek tahminlerini sıralamaya başladı: “Evet, muhtemelen öyle olur Hulusi. Siz, naylon üyelerin kongreye katılamaması için tedbir konulmasını istediniz ama mahkeme tedbir koymaz. Böylece yeni üyeler kongreye katılıp oy kullanırlar. Oylarını da Behçet’e verirler. Behçet de seçimi kazanır bir güzel. Siz de kazanamayınca, kongreyi iptal ettirmek için mahkemeye gidersiniz. Mahkeme bilirkişi tayin eder, duruşmayı da erteler. Bilirkişi raporu onların lehine çıkar. Siz de itiraz edersiniz; bilirkişinin tehdit edildiğini ileri sürersiniz. Bunun üzerine duruşma başka bir tarihe ertelenir. Sonra da mahkeme davanın reddine karar verir. Siz de mahkemeyi kaybedince Yargıtay’a gidersiniz. Bu arada Behçet sağda solda arkandan konuşup seni yıpratmaya çalışır. Bir arkadaşın düğününde bile karşılaşsanız, seni davet ettiği için düğün sahibine kızıp orayı terk eder. Sonra…”

“Sonra…”

Evet. Bizim babadostu sözün devamını getiremedi. Çünkü Hulusi heyecanla sözünü kesmişti: “Kahin misin gardaşım be? Nereden bildin yav? Valla aynen öyle bir olay oldu yani. Evvelki gün bizim Dinektepespor’un yöneticilerinden Kara Zihni’nin oğlunun düğünü vardı Şenlik Düğün Salonunda, biliyor musun? Hamdullah Abi Ankara dışında olduğu için gelememişti. Behçet, Şuayip, Cango Reşit, Bakkal Üzeyir bir masaya oturmuşlar; önlerinde birer şişe votkalı yedigün, hafiften demleniyorlar. Biz de Pala Canip’le birlikte girdik düğün salonuna tamam mı? Amanın Behçet bizi görünce Zihni’ye bir kızdı, bir kızdı: Bunları da mı çağırdın la düğüne dedi. Zihni de dedi kine: Onlar benim arkadaşlarım Behçet, tabii ki düğünümüze çağıracağım dedi. Helal olsun Zihni’ye, harbi adammış. Behçet de ne dedi biliyor musun? O zaman bize eyvallah Zihni dedi. Kalkın la, durulmaz burda; gidiyoruz deyip arkadaşlarını da kaldırdı. Basıp gittiler. Yaa! Böyle oldu işte. Aynen senin dediğin gibi…”

Emre’nin Babası, gülümseyerek yan gözle bana bakıp devam etti: “Vay anasını… Ulan tıpkı… Neyse, sonracığıma Behçet sizin dava açmanızı hazmedemediğinden, ayrıca da sizden kurtulmak için başkana hakaret ettiniz diye sizi kendi seçtirdiği disiplin kuruluna verip bir güzel üyelikten attırmaya çalışır. Tabii disiplin kurulu da onun dediğinden çıkacak değil ya, aynen üyelikten şutlarlar sizi.”

Hamdullah Abi şaşırdı ama pek ihtimal vermedi: “Yapma ya! Yok canım. Bu kadarını da yapmaz insan eski arkadaşına.”

Hulusi de şaşırmıştı. Hamdullah Abi’yi destekledi: “Tabii canım. Behçet eski arkadaşına bunu yapmaz.”

Bu arada ben söze girdim ve Hulusi’ye, “Dinektepespor’un taraftar derneği var mı?” diye sordum. Ardından da yanıt vermesine zaman bırakmadan devam ettim: “Herhalde yoktur.”

“Yok gardaşım, ne taraftar derneği?” dedi Hulusi, “Ne de olsa amatör bir kulübüz. Hatta federe de olamadık daha canına yandığım. Amatör kümeye girmek için uğraşıp duruyoruz. Gerçi Dinektepe Mahallesi olaraktan çok şükür maçlarda destekçimiz çoktur ama taraftar derneğimiz yok maalesef. Niye sordun ki?”

“Hiç!” dedim, “Taraftar derneğiniz olsaydı, bir tahminimiz daha vardı. Ama madem taraftar derneğiniz yok, söylemeyelim o zaman. Onu da kendimize saklayalım. Öyle değil mi teyzemin oğlu?”

Emre’nin Babası bir şey söylemedi ve iki parmağıyla masayı tıkırdatıp gülümsemekle yetindi.

Artık hava kararmaya, kahve de kalabalıklaşmaya başlamış; bizim de gitme zamanımız gelmişti. Veda etmek için hareketlendiğimizde Hamdullah Abi “Bir el okey oynamadan hayatta bırakmam. Şöyle dölek bir Dinektepespor-Gençlerbirliği okey maçı yapalım” demesin mi?

Hamdullah Abi’yi mi kıracağız? Onu kıracağımıza otuz iki dişimizi kırarız daha iyi. Aldık ıstakaları önümüze, oturduk okeyin başına. Al taşı, ver taşı, çek taşı, at taşı… Sonuçta maçı kim kazandı? Tabii ki okeyi sürekli oynayan Hamdullah Abi’yle Altındiş Hulusi’nin oluşturduğu iki kişilik Dinektepespor okey takımı… Ama nihayetinde onlar da Gençlerli oldukları için Gençlerbirliği de yenilmiş sayılmazdı aslında.

Akşam olmuş, hava iyice kararmıştı. Hamdullah Abi’yle Hulusi’ye çay ve sohbet için teşekkür ettik; kucaklaşıp vedalaştık.

Tam Emre’nin Babası’nın full otomatik arabasına biniyorduk ki Hulusi’yle birlikte bizi uğurlamak için kahvenin kapısına kadar çıkmış olan Hamdullah Abi merakla sordu: “İkinci yarıda bağıracaklar mı gardaşım?”

Anladık ki aklı hala oradaydı. Bizim babadostuyla öylece birbirimize baktık.

Kısa bir suskunluktan sonra, “Bağıracaklar abi, hiç merak etme sen” dedi Emre’nin Babası. “Sen yeter ki gel maçlara. Nasıl bağırdıklarını kendi gözlerinle gör. Dinektepe tayfasıyla Hüdai’yi de getirmeyi unutma sakın. Onları da özledik.”

Dinektepespor’daki son olaylar ve gelişmeler işte böyle…

Neyse, tadında bırakıp burada bitirelim artık. Çok uzağımızdaki Dinektepe Mahallesi’nin futbol kulübünde olup bitenlerden bize ne canım! O, onların sorunu…

“Köyden Esen Fırtına Şıhahmetlispor” taraftarlarının yaklaşık otuz yıl önce Polatlı Şehir Stadı’nın tel örgülerine astıkları pankartta yazan slogan da Gençlerbirliği, Türk futbolu ve yaşama dair son sözlerimiz olsun:

SAKİN OL, ŞUURLU OYNA.
KARŞINDA YENİLMEYECEK TAKIM YOKTUR.

Sürç-ü lisan ettikse affola!

Kalın sağlıcakla.

26 Aralık 2006

Alıntı: SAKİN OL ŞUURLU OYNA-Necdet Özkazancı (Sayfa: 5-10, 197-208)

Hiç yorum yok: