1 Aralık 2007 Cumartesi

ANKARA’DA FENERBAHÇELİ OLMAK (11 MAYIS 2005)

Tarih: 7 Mayıs 2005, Cumartesi...

Galatasaray-Ankaragücü ve Diyarbakırspor-Fenerbahçe maçları bitmiş; Galatasaray 2-1, Fenerbahçe de 2-0 kazanmıştı. Böylece, şampiyonluk için mücadele eden bu iki takımdan Fenerbahçe, Galatasaray ile arasındaki dört puanlık farkı da koruyarak liderliğini sürdürmüş oluyor ve son üç haftaya önemli bir avantaj sağlamış olarak giriyordu.

Aynı günün akşamı, evinde televizyonun başına geçen N., TRT1 kanalında yayınlanan Stadyum programını izlemeye başladı.

Görüntüler… Görüntüler… Görüntüler… Bitmek tükenmek bilmeyen görüntüler…

Fenerbahçe ve Galatasaray takımlarının otobüsle stada gelişleri… Teknik adamların ve futbolcuların otobüsten inişleri… Futbolcuların maç başlamadan saatler önce stadın içinde yaptıkları gezintiler… Röportajlar… Spor yazarlarının görüşleri…

Tekrarlar… Tekrarlar… Tekrarlar…

Diyarbakırspor-Fenerbahçe maçındaki olaylar…

Vesaire… Vesaire…

Tam bir Ankara futbolu tutkunu olan ve yıllardan beri tüm benliğiyle Gençlerbirliği ile Ankaragücü’nü destekleyen N., Ankaragücü’nün Galatasaray’a yenilerek düşme hattına yaklaşmasının ve bu arada Kayserispor’un da beklenmedik bir şekilde Gaziantepspor’u deplasmanda yenerek düşme barajının iyice yükselmesine yol açmasının da verdiği keyifsizlikle vurdu kafayı yattı…

N., bir an için düşündü: 16 yaşından beri Ankara takımlarının peşinden koşuyordu. Artık ellisine merdiven dayamıştı ve şampiyonluk görmek istiyordu. Tribünleri tıklım tıklım doldurmuş olan taraftarların arasında şampiyonluk şarkıları söylemek istiyordu. Güçlü ve zengin, istediği futbolcuyu ve teknik adamı alabilen, istemediğini de gönderebilen, hep şampiyonluğa oynayan ve şampiyonluk dışındaki hiçbir sonucu başarı olarak kabul etmeyen bir kulübün taraftarı olmak istiyordu.

Evet, biraz düşününce bu takımı bulmuştu N.: Fenerbahçe!

Fenerbahçe’yi tutabilirdi. Bir takımın taraftarı olmak için bilgi, görgü, meslek, kentlilik bilinci, vs. gibi özelliklere gerek yoktu ki! Fenerbahçeliyim derdin olur biterdi. Zaten herkes öyle yapmıyor muydu? Fenerbahçeliyim diyordun Fenerbahçeli oluyordun. Galatasaraylıyım diyordun Galatasaraylı oluyordun. Beşiktaşlıyım diyordun Beşiktaşlı oluyordun.

Türkiye’nin bütün kentlerindeki insan yığınları bu takımları tutuyor, bu takımları tartışıyor, kendi kentlerinde bu takımların taraftar derneklerini kuruyor, bu takımlara para akıtıyorlardı. Türkiye’de futbolun yapısını belirleyen en büyük özellik güç ve paraydı. Evine ekmek götürmekte zorlanan Ankaralı, Kütahyalı, ya da Konyalı bir işsiz ağzını yaya yaya, dişlerini göstere göstere gülerek Fenerbahçeli, Galatasaraylı ya da Beşiktaşlı olduğunu söyleyebiliyor; Alex’i Brezilya’dan nasıl getirdiklerini ballandıra ballandıra anlatabiliyordu.

Bundan sonraki yaşamında, tuttuğu takımın başarılarıyla mutlu olmak ve öğünmek isteyen N., bu duygu ve düşüncelerle kesin kararını verdi: Bundan sonra Fenerbahçeli olacaktı!

Neden? Çünkü, bu üç İstanbul takımı içinde en zengini, en başarılısı, en güçlüsü Fenerbahçe’ydi! Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım bir demecinde, artık sadece sahada değil masa başında da kazanmayı öğrendiklerini gururla söylememiş miydi? Artık sahada da, masa başında da sürekli galip gelen ve başarılı olan bir takımın taraftarı olacaktı!

Yalnız bir sorun vardı: N., Ankara’da yaşıyordu. Hayatının tamamına yakını Ankara’da geçmişti ve Ankara’yı çok seviyordu. Yaz aylarında tatile gitmek için bile Ankara’dan ayrılmak istemezdi. Birkaç gün ayrılsa Ankara’yı, arkadaşlarını ve yakınlarını hemen özlerdi. Fenerbahçe ise bir İstanbul takımıydı ve Ankara’ya yalnızca üç maç için gelebilecekti.

Olsun! Onun da kolayı vardı: Fenerbahçe’nin Ankara’da oynayacağı maçları 19 Mayıs Stadı’nda Ankaralı Fenerbahçe taraftarlarıyla birlikte izler; İstanbul’daki maçları ile diğer deplasman maçlarını izlemek için de son yıllarda yerden mantar biter gibi çoğalmış olan Digitürk salonlarından birine giderdi. Diğer Ankaralı Fenerbahçe taraftarlarıyla birlikte sarı-lacivert şapka, atkı, forma ve bayraklarla sık sık dev ekranlı televizyona doğru hareketlenerek heyecanla tezahürat yapmak da çok hoş olurdu yani! Ayrıca zaten bütün televizyonlar ve gazeteler de yalnızca bu takımlardan bahsediyor, bu takımlardan haberler veriyordu. Luciano’nun çocuğunun diş çıkardığından, Alex’in eşinin televizyonda hangi Brezilya dizisini izlediğinden bile haberiniz oluyordu. Anlı şanlı spor yazarları gazetelerdeki köşelerinde ve televizyon programlarında uzun uzun bu takımların maçlarını yorumluyordu.

N., bunları düşününce birden keyiflendi. Artık gazetelerdeki spor sayfalarını daha bir zevkle okuyabilecek, saatlerce süren televizyon programlarını daha bir dikkatle izleyebilecek ve kendince yorumlar yapabilecekti. Ezeli rakipler Galatasaray ve Beşiktaş’ın başkanları ile yöneticilerine daha çok kızabilecek, yeri geldiğinde onlarla daha çok alay edebilecekti.

Neyse, bu sorun da çözülmüştü. Kısacası işlem tamamdı. Onu Fenerbahçe taraftarlığına kaydedecek bir makam ve defter de olmadığına göre kendisini artık Fenerbahçeli olarak sayabilir; her yerde gururla Fenerbahçeli olduğunu söyleyebilirdi. Ne güzel!

Sempatisi hala devam ediyordu ama kurtulmuştu artık bu Ankara takımlarından. Zaten o takımların başkanları ve yöneticileri de Fenerbahçeli, Galatasaraylı ya da Beşiktaşlıydı aslında. Ve hiçbir zaman bu takımların taraftarı olduklarını gizleme gereği bile duymuyorlardı.

Ya taraftarlar? Ankara takımlarının taraftarlarının sayısı artmak yerine gittikçe azalıyor, 19 Mayıs Stadı her geçen gün biraz daha tenhalaşıyordu. Ama N., yumuşak bir vücut çalımıyla kurtulmuştu bu sıkıntılı taraftarlıktan. Çünkü artık sürekli olarak şampiyonluk kovalayan, şampiyonluktan başka bir şey düşünmeyen, şampiyonluk dışındaki her dereceyi başarısızlık sayan güçlü ve zengin Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin taraftarıydı o!

Ve o büyük gün geldi çattı: 15 Mayıs 2005 Pazar akşamı… Ankaragücü-Fenerbahçe maçı…
Ankaralı bir Fenerbahçe taraftarı olarak 19 Mayıs Stadı’nda izleyeceği bu ilk maç için sabahtan itibaren hazırlanmaya başladı N… Gençlerbirliği ve Ankaragücü’nün kombine biletlerini cüzdanından çıkardı ve hatıra olarak saklamak için bir kutuya koydu. Çok heyecanlıydı. Acaba Ankaragücü’ne kaç gol atacaklardı? Yeneceklerdi; bu kesindi. Ama kaç gol atacaklardı? Önemli olan buydu!

Ankaragücü yönetimi de Fenerbahçe taraftarlarına her zaman olduğu gibi bir güzellik yapmış; Maraton’un yarısını, Saatli’yi ve Kapalı’yı Fenerbahçe taraftarlarına tahsis etmişti. Yani Fenerbahçe taraftarları stadda da üstünlüğü ele geçirmiş olacaklardı. Ne güzel!

Şimdi kim bilir ne coşkulu tezahüratlar yapar, şampiyonluk şarkılarıyla inletirlerdi stadı. Her golden sonra bir kere “Pınarbaşı”nı söyleseler, en az beş defa söyleyebileceklerini düşünüyordu bu türküyü. Ne güzel!

Ve biletini alıp stada girdi N… Stadın girişinde aldığı sarı-lacivert atkısı ve şapkasıyla Maraton’un sağında Ankaralı Fenerbahçe taraftarlarının arasına oturdu. Stadın Fenerbahçelilere ayrılmış olan bölümleri tıklım tıklımdı. Ne güzel!

N.’nin içi kıpır kıpırdı. Tezahürat yapmak istiyordu.
Ve önce Saatli’deki Fenerbahçeliler tezahürata başladılar. Sonra Kapalı, sonra da Maraton’daki Fenerbahçeliler katıldılar onlara. Ne güzel!

İşte bakın, Fenerbahçeli futbolcular çıktılar sahaya ısınmak için! Şu Alex mi? Şu da Nobre öyle değil mi? Luciano yok mu bugün? “AYLAVYU ALEX!... AYLAVYU ALEX!... AYLAVYU ALEX!... AYLAVYU ALEX!... OLE!... OLE!... OLE!... TUNCAY BURAYA!... TUNCAY BURAYA!... TUNCAY BURAYA!... TUNCAY BURAYA!... OLE!... OLE!... OLE!... NOBRE, NOBRE, NOBRE, NOBRE, MARCİO NOBRE!... NOBRE, NOBRE, NOBRE, NOBRE, MARCİO NOBRE!... OLE!... OLE!... OLE!...”

Ne güzel!

Yan tribünde, tel örgülerin ardında Ankaragücü taraftarları var. Çok kızgınlar. Kızmayın arkadaşlar. Neden kızıyorsunuz ki? Gelin siz de Fenerli olun! Fener’in kapısı herkese açık!

Telin ardından Pegasusluları görüyor N.: Şu Volkan, şu Tufan, işte Oktay da orada… Murat, Bülent, Fevzi, Burç, Tuğrul, Kürşat, Hakan, Metin Akgün, Ziver ve N.’nin isimlerini sayamadığı diğer Ankaragüçlüler Fenerbahçe tribününe bakıyorlar.
İşte! Bakın, onların hemen yanındakiler de Volkan’ın oğlu Ulaş ile ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan Genç Pegasuslular değil mi? Ne arıyorsunuz orada çocuklar? Yazık oluyor size yahu!... Daha çok küçüksünüz. Önünüzde uzun yıllar var. Eğer hep mutlu olmak istiyorsanız bu iş çok kolay: Gelin siz de Fenerli olun!
İşte! Şurada, demirin üstündekiler de Anti X grubu... Onlar da Fenerbahçe tribününe bakıyorlar.

N., pek iyi duyamıyor ama Ankaragüçlüler bir şeyler söylüyorlar. Evet, şimdi ses yükseldiği için daha iyi duyuyor N.: “ANKARA’NIN EKMEĞİ HARAM OLSUN!...” diyorlar; “BURASI ANKARA, BUNLAR YALAKA!...” diyorlar.

Bu Ankaragücü taraftarları da çok küfürbaz canım! Hep böyleler zaten. Galatasaraylılara da, Beşiktaşlılara da böyle yapıyorlar.

Fenerbahçe tribünleri hareketleniyor. Ankaralı Fenerbahçe taraftarları büyük bir keyifle ağızlarını doldura doldura bağırıyorlar: “BURASI KADIKÖY BURDAN ÇIKIŞ YOK!... BURASI KADIKÖY BURDAN ÇIKIŞ YOK!...” ve devam ediyorlar: “ANKARA KÜMEYE!... ANKARA KÜMEYE!...”

Fenerbahçe taraftarlarının bulunduğu tribünler bu tezahüratla inlemeye başlıyor.
Bu da ne böyle! Şimdi de Ankaragücü taraftarlarına el-kol işareti yapıyorlar ve küfür ediyorlar. Birisi, elindeki demir parayı Ankaragüçlülere fırlattı. Bu adamın üzerinde demir para ne geziyor? Polisler aramamış mı acaba? Bu Ankaralı Fenerbahçe taraftarları da, Galatasaray taraftarları da, Beşiktaş taraftarları da ister Ankaragücü, isterse Gençlerbirliği ile oynadıkları maçlarda Ankaragücü ve Gençlerbirliği taraftarlarına el-kol işareti ile kışkırtıcı, hatta küfürlü tezahürat yapıyorlar ve madde atıyorlar yahu! Bu kadarı da terbiyesizlik ama!

Şimdi de Ankaragücü tribünlerindeki tüm taraftarlar, tek bir vücut halinde, hep bir ağızdan o özgün ve güzel tezahüratlarını haykırmaya başladılar: “GURURLUYUZ GÜÇLÜYÜZ ANKARAGÜÇLÜYÜZ! GURURLUYUZ GÜÇLÜYÜZ ANKARAGÜÇLÜYÜZ!”


Ardından daha şiddetli haykırışlarla başka bir özgün tezahürata başlıyorlar: “İYİ GÜNÜNDE KÖTÜ GÜNÜNDE HEP BERABERİZ. ÇÜNKÜ BİZ ANKARAGÜÇLÜYÜZ!.”

Aman Allahım! Bunlar, N.’nin uzun yıllardan beri en çok sevdiği tezahüratlar... N., bir anda allak bullak oluyor ve heyecanla titreyerek ürperiyor.

Bu arada stadın dışından birisi N.’ye sesleniyor ve dışarı çağırıyor onu: “Yanlış yerdesin, biz Maraton’un soluna gireceğiz, buraya yani dışarı gel de beraber girelim. Ben sensiz giremem” diyor.

“Sen de kimsin?” diye soruyor N.: “Neden bensiz giremezmişsin ki?!”

Dışarıdaki ses: “Çünkü ben senin ruhunum!” diyor: “Beden olmadan ruh içeri giremez! Sen ise ruhunu yitirmiş, ruhsuz bir bedensin yalnızca! Bir hiçsin! Bir zavallısın!”

N., bu sesle birdenbire irkiliyor ve Ankaralı Fenerbahçe taraftarlarının bir maçlığına, geçici olarak oluşturduğu bu tribün grubuna ait olmadığını, bu kişilerle paylaşabileceği ortak hiçbir şeyinin bulunmadığını anlıyor.

Bir titreme nöbetine kapılıyor. Oradan hemen ayrılmak; tel örgüleri aşarak yan tribündeki Ankaragüçlülerin arasına gitmek istiyor.

Çünkü o bir Ankaralı! Eski günlerdeki gibi Ankaralıların, Ankaragüçlülerin, arkadaşlarının arasında olmak istiyor.

Arkadaşlarıyla kucaklaşmak, sohbet etmek, şakalaşmak istiyor.

Fenerbahçe atkısını ve şapkasını usulca çıkarıyor ve oturduğu koltuğa bırakıyor. Tel örgünün yanındaki polisin yanına gidiyor. Fenerbahçe tribününe yanlışlıkla girdiğini, oysa arkadaşlarının yandaki tribünde olduğunu, onların yanına gitmek istediğini söylüyor polise.

Polis kabul etmiyor: “Burada izleyeceksin bu maçı” diyor.

”O zaman ben de staddan çıkmak istiyorum” diyor N.

“Çıkamazsın, çünkü çıkmak yasak” diye cevap veriyor polis.

N., çaresizce ve endişe içinde sağına soluna bakınıyor. Kendisini kapana kısılmış gibi hissediyor ve buradan kurtaracak bir tanıdık arıyor.

Bu arada, dışarıdaki ses stadın duvarına tırmanıp oturmuş, N.’ye bakıyor gülümseyerek. “Gel!” diyor: “Gel, beni yani ruhunu içine al da birlikte buradan aşağı atlayıp kurtulalım. Ankaragüçlülerin yanına gidelim!”

N., heyecanla merdivenleri ikişer ikişer tırmanıp stadı çevreleyen duvara ulaşıyor ve ruhuyla bütünleşip aşağı atlıyor! Oysa, oradan atladığı zaman belki kolları, bacakları, birçok kemiği kırılacak; belki de sakat kalacak. Ama bu onun için o kadar önemli değil o anda!

Derken, ruhuyla bütünleşerek staddan aşağı atlayan N. daha yere değmeden kan-ter içinde uyanıyor; sağına soluna bakıyor: Evinde, yatağında!…
Gördüğü bir kabustan başka bir şey değil!

Tan ağarmış. Biraz sonra sabah olacak. Ankara, açık ve güneşli bir Pazar sabahına hazırlanıyor. Sabah Gençlerbirliği’nin mali genel kuruluna, öğleden sonra da Gençlerbirliği-Malatyaspor maçına gidilecek. Ne güzel!

Daha önümüzdeki Pazar gününe çok var.

N., yatağından kalkıyor; gardıropta asılı ceketinin cebindeki cüzdanını çıkarıp içine bakıyor: Evet, Ankaragücü ve Gençlerbirliği’nin kombine biletleri cüzdanında…

Bir sorun yok.

Rahatlıyor N. ve karyolanın tahtasına vuruyor üç kez. “Rüyası bile kötü!” diyor, kendi kendine gülümseyerek: “Rüyası bile kötü!”

11 Mayıs 2005
Alıntı: SAKİN OL ŞUURLU OYNA-Necdet Özkazancı (Sayfa: 49-56)
KALEMİZDE KAPTAN ADİL VAR-Necdet Özkazancı (Sayfa: 46-53)

Hiç yorum yok: