1 Aralık 2007 Cumartesi

GÖLGE’NİN YARIM KİLO KIYMA PARASINDAKİ İZİ VE HAKEME GÜCENEN DENİZKIZI EFTALYA (20 EKİM 2003)

“Ben enayi miyim oğlum, 10 bin lira verip maça gidecek? Onun yerine yarım kilo kıyma alır, köfte yapar, yerim!...”

*****

Uvertür – Gölge

Yıllar önceydi. Polatlıspor’un 3. ligde oynadığı o kadim zamanlardan birinde, Ekim ayının serin bir Pazar günü telaşlı adımlarla Şehir Stadındaki maça giderken karşılaştığımızda, maç hastalığımdan dolayı bana takılmak için söylemişti ilk defa bu sözleri Gölge... Devamlı gittiği Çarşı’daki kahvede oynadığı anastrayı bitirmiş eve dönüyordu. Merakla nereye gittiğimi sormuştu. Ben: “Hiiiç, maça gidiyorum Gazi!” dedikten sonra “Sen gitmiyor musun yoksa? İstersen gel beraber gidelim” diyerek maça davet edince gülerek cevap vermişti: “Ben enayi miyim oğlum, 10 bin lira verip maça gidecek? Onun yerine yarım kilo kıyma alır, köfte yapar, yerim!” Son zamanlarda her şeyi kıymaya endekslemişti ve bu halini çok sevimli bulduğum için fırsat çıktığında takılmaktan ve onu kışkırtmaktan geri kalmıyordum. Ben: “Yapma Gazi, biz şimdi enayi miyiz yani?” deyince “Yok canım, sana enayi demedim. Ben enayi değilim dedim” diye lafı değiştirmişti. Bunun üzerine ben: “Sen gel, maçı beraber seyrederiz. Ben ısmarlarım” dediysem de “Sana yük olmayayım, sen git, arkadaşlarınla seyret, keyfine bak!” diyerek son sözünü söylemişti.

Allegro Piqniquetto – Bir Tercih Sorunu

Cuma akşamı dükkanı kapatıp çıkarken, bizim Emre’nin Babası’yla ertesi gün oynanacak olan Ankaragücü-Elazığspor maçına gitmek için sözleştik. Milli maç nedeniyle verilen aradan dolayı koca bir hafta sonunu stadyumda sıkı bir lig maçı seyredemeden geçirdiğimizden aç kalmıştık. Gerçi Çarşamba akşamı Maltepe’deki lokalde Blackburn Rovers-Gençlerbirliği maçını televizyondan seyretmiş ve neredeyse heyecandan kalp krizi geçirme noktasına geldikten sonra tur atladığımız için çok sevinmiştik ama bizim gibi iflah olmaz maç hastalarının en etkili ilacı stadyumdu. Yemyeşil, halı gibi bir saha, tezahürat yapan taraftarlar, çekirdek çitleyen seyirciler, son derece mantıklı bir uygulama ile seyircilerin yanındaki kola ve şişe suları ile ceplerindeki demir paraları ve çakmakları toplayan güvenlik görevlileri, buna karşılık yine son derece mantıklı bir uygulama ile içeride çekirdek, kutu kola ve kapalı bardak suyu satıp para üstünü demir para ile veren satıcılar… Hepsini çok özlemiştik.

Cumartesi günü saat 10.00’da işler yolunda mı, yoksa bir aksilik var mı düşüncesiyle Emre’nin Babası’na telefon ettim: “Usta ben saat 14.00’de çıkıyorum. Sen de evden çıkıp okulun önünde bekle de geçerken seni de alayım” dedim. Bizimki üzgün ve bezgin bir sesle: “Ben maalesef gelemiyorum teyzemin oğlu. Hanımın arkadaşları Gölbaşı’na pikniğe davet etmişler. Piknik mevsiminin sonlarıymış. Biz de şimdi mecburen oraya gideceğiz artık ne yapalım. Kusura bakma, sen benim için de seyret!” diye cevap verdi.

Evet, emir büyük yerden gelmişti; "İçişleri Bakanı" böyle istemiş ve Gölbaşı’nda piknik için arkadaşlarına söz vermişti; çok üzülmüştüm ama yapılacak fazla bir şey yoktu… Ben yine de hemen pes etmemek için bir yoklama çektim: “Bugün maça gideceğimizi yengeye söylemedin mi yoksa babadostu? Belki yüreği biraz yumuşar da izin verirdi. İstersen yengeyle ben konuşup izin isteyeyim” diye bir zarf attım. Bizimkinin: “Söylemez olur muyum usta, hem de Cuma akşamı eve gider gitmez söyledim ama o da arkadaşlarıyla sözleşmiş. Olmaz dedi, kestirdi attı. Antrenman, maç, antrenman, maç, antrenman, maç; fazla kafayı takmışız bu işe! Pikniğe gidersek biraz değişiklik olurmuş. Hatta dur bak, sizi de davet ediyor, ne olur onlar da gelsin diyor!” cevabıyla karşılaşınca baktım iş kötüye gidiyor, bizimkini maça götürelim derken biz de bir hafta iple çektiğimiz maçtan olacağız, onu kaderiyle baş başa bırakmak zorunda kaldım: “Yok abiciğim. Biliyorsun, mangalın dumanı ciğerlerime iyi gelmiyor. Staddaki temiz ve dumansız hava benim için daha iyi. Yengeye selam söyle ve teşekkürlerimi ilet. Size iyi eğlenceler. Haydi hoşçakalın!” dedikten sonra yine takılıp bulaşmadan edemedim: “Aman halamınoğlu, mangalın ateşini iyi harla da sönmesin. Ayrıca ızgarayı da iyi yağla ve başında bekle ki kanatlar yanıp kurumasın!” diyerek cevap vermesine ve kızmasına fırsat tanımadan telefonu kapattım ve derin bir nefes aldım. Konuşmaya tanık olan eşim: “Hayrola usta, pikniğe mi gidiyorlarmış? Keşke bizi de davet etseler de biz de gitseydik. Maç, maç, maç; bir gün de pikniğe gidelim ne olursun!” diye sızlanınca, “Çok isterdim ama maalesef davetli değilmişiz. İstersen seni maça götüreyim, sen de gel, biraz açılırsın” diyerek öylesine bir kıtır attım. Eşim her zaman olduğu gibi: “Yok, teşekkür ederim, dokunuyor. Ben almayayım beyefendi. Size iyi maçlaaar!” sözleriyle konuyu kapatınca ben de memnuniyetle fazla ısrar etmedim.

Böylece bu konuşmalardan sonra ortaya şöyle bir tablo çıktı: Emre’nin Annesi, eşini yani bizimkini maçtan alıkoyup pikniğe götürdüğü için mutluydu. Emre’nin Babası da maça gidemediği için biraz mutsuz ama pikniğe giderek eşini mutlu ettiği için mutluydu. Eşim maça gitmediği ve ben de bu konuda fazla ısrar etmediğim için mutluydu. Ben ise yumuşak bir vücut çalımıyla üç kişinin arasından sıyrılıp pikniğe gitmekten ve dolayısıyla mangal başında pineklemekten kurtulduğum, ayrıca yanında utanıp fazla tezahürat yapamadığım eşim de yanımda olmayacağından dolayı mutluydum. Yani kısacası herkes mutluydu!


Allegro Stadetto – Stadın Önündeki Gölge

Saat 18.30’da stad turnikelerinin önüne geldiğimde Gölge oradaydı. Genellikle yanımda biri olduğu zaman ortaya çıkmaz ama yalnız olduğumda görünür. Gülerek “Ne o, maça değil mi?” diye sordu. “Evet” dedim: “Gel beraber girelim diyeceğim ama kombinesi olmayanı buraya almıyorlar.” Hafifçe esen rüzgar gözlerini biraz kısmasına neden oluyor, yumuşacık beyaz saçlarında da küçük dalgalar yaratıyordu. Üzgün bir sesle: “Zaten bizim de sağken yapmadığımız ya da yapmaktan vazgeçtiğimiz şeyleri şimdi yapmamız yasak. Onun için içeri girmem mümkün değil!” diyerek boynunu büktü. Arkasından hemen toparlandı ve “Biletler kaç lira?” diye sordu. “Maraton 10 Milyon herhalde” dedim. 10 Milyon rakamını kafasında ölçüp değerlendiremeyen Gölge bu kez: “Peki, kıymanın kilosu kaç lira?” sorusunu yöneltti. Ben: “O da 10 Milyon civarında” cevabını verince kafasını sallayarak “Hımmm… Bu bir kilo kıyma parası yahu, bayağı da pahalıymış!” dedikten sonra, yakın geçmişte Ankaragücü’nde oynamış ve kaptanlık da yapmış bir Polatlılı olan Mehmet Soykök’ü kastederek: “Bizim Satılmış’ın oğlu da oynuyor mu?” diye merakla sordu. Ben: “Ohooo, Gölge!… Mehmet futbolu bırakalı çok oldu. Artık oynamıyor” diye cevap verince, “Ne bileyim canım? Seni stadın önünde görünce aklıma geldi işte!” dedikten sonra “Bak stad hoparlöründen takım kadrolarını anons ediyorlar, hadi oğlum içeri gir de maçı kaçırma!” diyerek sırtımı sevgiyle okşadıktan sonra kendine has gülümsemesiyle göz kırparak gözden kayboldu.

Maratonun Ortası, Gecekondu ve Kapalı’daki çok sayıda Ankaragücü taraftarı ama az sayıda seyirci önünde oynanan ve zor bir mücadele ile Ankaragücü taraftarları arasında üzücü olaylara sahne olan maçta, Ankaragücü özellikle Yılmaz, Hakan Keleş, Adem Dursun ve Ramadan’ın sahada oldukları halde oynamamalarına rağmen Ramadan’ın ilk yarıda attığı golle Elazığspor’u 1-0 mağlup etmeyi başardı.


Allegro Ertesi Günetto ve Adagio Radyotto – Radyo Başında Güzel Bir Pazar Günü

Pazar günü kahvaltı, gazete, televizyon derken saat 14.00 oldu ve nihayet Radyo ODTÜ’de Kıvanç Koçak ile Alkaralar.Com’un yürütücülerinden Barış Karacasu’nun her Pazar sunduğu “Adam Adama” programı başladı. Bir saat süren programın konuğu Ankara’daki hatta Türkiye’deki tüm futbolseverlerin yakından tanıdığı Amigo Hüsnü’ydü. Hüsnü ile amigoluk sanatı ve Ankara futbolu üzerine yapılan sohbetler ve anlatılan ilginç hatıralarla dolu güzel bir söyleşi izledik. Bu arada Polatlıspor’un ikinci ve üçüncü liglerde oynadığı yıllarda zaman zaman Polatlıspor’un maçlarına da gelip taraftarları coşturan Hüsnü, Polatlıspor ve amigosu Ogu ile yaşadığı anılara da kısaca değinmeden geçmedi.

Ve programda anlattıklarından anladığım kadarıyla Amigo Hüsnü de artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığının ve olmayacağının farkında gibi görünüyordu.

Evet, hiç bir şeyin eskisi gibi olması mümkün değil. Çünkü kuşaklar değişiyor, tribünlere bizim zamanımızdakinden çok farklı düşüncelere ve kültürlere sahip kuşaklar geliyor. Bu çok doğal ve belli bir dinamizmi de içinde barındırıyor. Artık stadlarda bütün seyircilere hitap eden, zaman zaman elinde bayrağıyla sahanın tam ortasına gelerek staddaki tüm seyircileri bir hareketiyle coşturan “amigolar” yok, tribün gruplarına hitap eden “tribün liderleri” var. Eskisi mi, yoksa böylesi mi daha iyi bilmiyorum ama yine de Amigo Hüsnü, Amigo Sefa gibi Ankara futbolu ile özdeşleşmiş kişiliklerin de en azından isim olarak varlıklarının devam ettirilmesi ve yeni kuşaklara aktarılması güzel olmaz mı?

Program bittikten sonra saat 15.00’deki Akçaabat Sebatspor-Gençlerbirliği maçına yetişmek için dükkanı kapattığım gibi soluğu Akçaabat Fatih Stadı’nda alamadığımdan, maçı dinlemek amacıyla SQNY (SONY değil, yanlış anlaşılmasın!) marka radyomun ayarını Radyo ODTÜ’den TRT FM’e çevirdim. Tabii maçı radyodan dinlemenin heyecanı da bir başka oluyor canım; göz görmeyince gönül katlanıyor.

Her iki takımın kaptanı da birbirine avans vermeye yanaşmadığı için 0-0 başlayan maçın orta hakemi Orhan Erdemir, laynsmenleri yani yancıları ise Alparslan Dedeş ve Serkan Çınar’dı. Spiker Levent Özçelik’in anlatımı ile çok heyecanlı bir şekilde dinlediğim maçta ilk yarıda deniz tarafındaki kaleye doğru oynayan Gençlerbirliği 13. dakikada Mustafa Özkan’ın kalesini terk eden kalecinin üzerinden yaptığı literatürde "şandel" diye tabir edilen aşırtma vuruşuyla 1-0 öne geçince yenilgi halinde istifa etmesi söz konusu olan Sebatspor teknik direktörü Ekrem Al çok kızdı ve alı al-moru mor bir şekilde futbolcularına söylendi.

İlk yarı 1-0 sona erdikten 15 dakika kadar sonra doğal olarak ikinci yarı başladı. Yine doğal olarak iki takım da kaleleri değiştirmiş, Gençlerbirliği bu sefer deniz tarafındaki kaleyi almıştı. İkinci yarı da iki takımın karşılıklı ataklarına sahne oldu ve Gençlerbirliği M’Bayo’nun 72. dakikada attığı golle 2-0 öne geçtikten sonra Mustafa Gürsel’in 90. dakika’da attığı golle Sebatspor’un beraberlik umutlarını söndürdü ve sahadan ancak 3-0 galip ayrılabildi. Akçaabat Sebatspor ise Selahattin ile bir penaltıdan yararlanamadı.

Allegro Denizetto – Denizkızı Eftalya

Şimdi de yazımızın bu müstesna kısmında, huzurlarınızda Denizkızı Eftalya!

İkinci yarı oynanırken bir ara top kalenin arkasındaki tel örgüleri de aşarak denize kaçtı. Bunun üzerine hakem, ikibuçukluklardan yeni bir top talep ederek oyuna sokulmasını sağladı. Bu arada Çarşamba gecesi Blackburn Rovers’i eleyerek Manş Denizinden zaferle dönüp Karadeniz yolculuğuna çıkarak Trabzon’un şirin ilçesi Akçaabat’a misafir olan Gençlerbirliği’ni çok merak ettiğinden maçı kale arkasından izlemek için kıyıya kadar gelmiş olan ve tüm denizcilerin hayallerini süsleyen Denizkızı Eftalya bir tramplenci gibi mükemmel bir atlayışla derhal denize dalarak topu çıkardı ve sahaya iade etti. İki top bir anda sahayı işgal edince Hakem Orhan Erdemir olaya anında müdahale ederek Denizkızı Eftalya’nın gönderdiği topu inceledikten sonra deniz suyuyla ıslanıp tuzlandığı için standart dışı buldu ve derhal oyun alanından dışarı atılmasını emretti. Zavallı topun tekme-tokat saha dışına atılmasına çok üzülen Eftalya ise gözündeki iki damla yaşı saklamak için mendiliyle gözlerini silmeye çalışıyordu. Fakat hakem çok acımasızdı; Eftalya’ya da bir sarı kart göstererek bir daha denize kaçan topları sahaya iade etmemesi için kendisini sert bir şekilde uyardı. Eftalya çok gücenmişti; üzüntüyle denize atladı ve bir daha görünmemek üzere denizin derinliklerinde gözden kayboldu.


Adagio Penaltetto – Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi

Maçta 83. dakika oynanırken, bir karambolde top ceza sahasındaki Gençlerbirliği futbolcusu Erkan’ın eli ile buluştu. Hakem Orhan Erdemir pozisyonu elle oynama olarak değerlendirdi ve penaltı noktasını gösterdi. Gençlerbirliği’nin bütün futbolcuları itiraz etmek için koşarak olay mahalline doğru seğirttiler ve hakemin çevresini sardılar. Ortalık bir anda ana-baba gününe döndü. Ama hakem bütün baskılara rağmen bir türlü kararından vazgeçmiyor, futbolcular da itirazlarını bitirmiyorlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Bu arada Kaptan Ümit ise araya girmiş arkadaşlarını yatıştırmaya çalışıyordu.

İşte o anda hakem ve futbolcular arasında geçen konuşmalardan bazı enstantaneler:

ERKAN: Yapma Hocam, ne penaltısı ya!... Top elime çarptı. Ben ceza sahasında topa elle müdahale edecek kadar amatör müyüm? Bir şey değil, bin bir zorlukla kadroya girerken, şimdi penaltıya sebebiyet verdiğim için Ersun Hoca’nın nezdindeki prestijim ve reytingim düşecek.

HAKEM: Topa ceza sahasında elinle müdahale ettin, Erkan. Ben de “gördüğünü çalan” bir hakem olarak olayı böyle görüp penaltı olarak yorumladım ve hemen de gördüğümü çaldım. Kimse benim babamın oğlu değil. Ayrıca kimse penaltı verdiğim için bana madalya da takmayacak.

DENİZ: Hocam, biz uzakta olduğumuz için göremedik ama Erkan arkadaşımız dürüst bir çocuktur ve top elime çarptı diyor. Niçin ona inanmıyorsunuz? Size yalan borcu yok ki!

DAMİR: Yes!

M’BAYO: Yes, ben de düşünüyor Damir gibi!

DAMİR: Hocam, pozisyonda yok penaltı. Gördüm ben, top çarptı Erkan’ın eline ama yok kasıt. Yalan söylemiyor Erkan.

HAKEM: Size "PENALTI!" dedim. Hakemin kararından döndüğü nerede görülmüş?

KAPTAN ÜMİT: Değerli mesai arkadaşlarım. Biliyorum şu anda çok üzgün ve sinirlisiniz ama penaltı pozisyonları böyledir işte. Hakem Sayın Orhan Erdemir pozisyonu öyle gördüğünü ve gördüğünü de çaldığını gayet saygılı ve nazik bir şekilde ifade etti. Onun görüşüne ve kararına karşı saygılı olmamız ve otoritesini sarsacak davranışlardan kaçınmamız gerekiyor. Esas itibariyle pozisyona itiraz etmemizin bir yararı da yok, çünkü hakem kararları değişmez. Hem zaten sabaha karşı 01.30’daki Lig Pazarı programında Erman Hoca da pozisyonu defalarca ekrana getirip yorumlayacak ve ya “Çok net bir biçimde penaltı!” diyerek hakemi kutlayacak ya da “Çok net bir biçimde penaltı değil, penaltı penaltı gibi olmalı!” diyerek hakemi harcayacak. Onun için lütfen hakem hakemliğini, futbolcu futbolculuğunu, yorumcu da yorumculuğunu yani herkes kendi işini yapsın! Bırakalım hakem bey penaltı dediyse penaltı ve Sebatspor da bu penaltıyı gol yaparsa onlara hamam parası olsun. Lütfen biz sinirlenmeden futbolumuzu oynayalım. Çünkü önümüzde zorlu bir 7 dakika daha var.

HAKEM: Teşekkür ederim Ümit. Çok centilmen, anlayışlı ve karizmatiksin. Arkadaşlarını hemen yatıştırmayı başardın.

DAMİR: Ümit abi söylüyor, çok doğru. Bırakın atsınlar, ben kurtaracak zaten penaltıyı. Mahçup ediyor ben bana “Uçan Balina” diyenleri!

HAKEM: Aferin Damir, kendine güvenmen çok güzel. Artık penaltıyı kurtaramayıp gol yesen bile ben vicdanımda seni kurtarmış kabul ediyorum. Hadi arkadaşlar ortalık yatıştı; boşaltın ceza sahasını da şu penaltı atılsın artık.

Bu konuşmalardan sonra, Sebatsporlu Selahattin topu doğal olarak penaltı noktasına dikti ve gerildi. Stadda büyük bir sessizlik hakimdi. Selahattin ile Damir bir anda göz göze geldiler. Heyecandan “KÜT… KÜT… KÜT… KÜT…” diye son sürat atan kalpleri hız sınırını çoktan aşmıştı. Damir, dışarıya karşı göstermemekle birlikte aslında çok endişeliydi. Ya penaltıyı kurtaramazsa… O zaman ne yapacaktı, kendisine Uçan Balina diyenlere ne cevap verecekti? Ama Selahattin de aynı derecede endişeliydi. Ya penaltıyı kaçırırsa… O zaman beraberlik şansı da çimlere gömülüp gitmeyecek miydi? Belli etmemeye çalışıyorlardı ama ikisinin de dizleri titriyordu. İşte bu duygu ve düşüncelerle topun başına gelen Selahattin, Damir’in sağına doğru plase bir vuruş yaptı. Damir de aynı duygu ve düşünceler içinde "çok spektaküler bir hareketle kale arkasındaki foto muhabirlerine poz verircesine" uçarak, kapattığı köşeye giden topu tokatlayıp penaltıyı kurtardı ve sonra da taahhüdünü yerine getirmenin sevinciyle doğal olarak tebrikleri kabul etme inceliğini gösterdi. Sağda-solda ona “Uçan Balina” diyenler ise tabii ki mahçup olma durumuyla karşı karşıya kalmışlardı.

Allegro Yeşiletto – Yeşil Kartın Fonksiyonu

Maçın 78. dakikasında Deniz bir sakatlık geçirdi ve tedavi için sedyeyle oyun alanının dışına alınırken Hakem Orhan Erdemir sahalarımızda ender görülen bir güzellik yaptı ve tedavinin ücretsiz yapılmasını sağlamak amacıyla arka cebinden çıkardığı yeşil kartını sağlık görevlilerine gösterdi. Böylece, özellikle sağlık alanında sosyal güvenliğin ne kadar önemli olduğu bu maçta bir kez daha ortaya çıktı.

Allegro Sorunetto – Gençlerbirliği’nin Gol Sorunu Üzerine Önemli Bir Eleştiri

Gençlerbirliği’nin gol atma sorunu, 4-0 kazandığı Konyaspor ve 6-0 kazandığı Adanaspor maçlarında olduğu gibi bu maçta da devam etti ve Gençlerbirliği’nin forvet oyuncuları Sebatspor kalecisi ve defansının mükemmel oyunu karşısında yine çaresiz kaldılar ve sadece üç golle yetindiler. Ersun Hoca’nın yol yakınken mutlaka bu soruna bir çare bulması ve takımı golcü bir kimliğe büründürmesi gerekiyor. Ben buradan Sayın Ersun Yanal’a açık ve seçik bir şekilde sesleniyor ve yükleniyorum: Hoca, Hoca!... Elinde un var, yağ var, şeker var… Eeee, ne duruyorsun, helva yapsana!... Sana düşen görev helva yapmak; bu gol sorununa bir an önce kalıcı bir şekilde son vermek. Tamam, kabul ediyorum: rakip takımların kaleci ve defans oyuncuları müthiş bir uyum içinde mükemmel kapanıyorlar ve oyuncularımızı gol yollarında çaresiz bırakıyorlar. Ama bu mazeret değil. Fizik, teknik, taktik, stratejik ve lojistik açıdan gerekli önlemler alınırsa bu sorunun ortadan kalkmasını hiçbir sebep engelleyemez. Bu böyle biline!

Adagio Gölgetto – Gölge Kimdir?

Yıllarca önce maç hastalığımdan dolayı bana takılmak için “Ben enayi miyim oğlum, 10 bin lira verip maça gidecek? Onun yerine yarım kilo kıyma alır, köfte yapar, yerim!” diyen Gölge; okuryazar olmadığı halde 1. ligdeki bütün takımların isimlerini bir görüşte tanıyan ve bu sayede her hafta hiç sektirmeden ve kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan kendi totosunu kendi oynayan, durumları ne olursa olsun 2. ligde mücadele eden Beykoz, Yeşildirek, Altınordu ve özellikle Beylerbeyi gibi takımların isimlerini beğendiği ve görkemli bulduğu için onların kolay kolay yenilmeyeceğıine inanan bir futbolsever, tam 14 ay Kore’de savaşın tüm acılarını yaşamış olan ve televizyonda savaş görüntülerini gördüğünde savaşın acı ve üzüntü dolu hatıralarını yeniden yaşayarak hüzünlenen bir gazi, 60’lı yaşlarına doğru işçi emeklisi ve gazi maaşıyla geçinmeye çalışırken bütün babalar gibi evlatlarına mümkün olduğunca yük olmamaya çalışan ve bu arada doğal bir savunma duygusu içinde bütçesini dengelemek için paralı her eğlencenin bedelini kıyma fiyatına endeksleyip karşılaştıran bir emekli, ama yaşadığı tüm acılara ve zorluklara rağmen bütün babalar gibi mutlu ve iyi bir babaydı. Benim babamdı! On yıl önce 14 Eylül 1993 günü bizi aniden bıraktı ve Polatlı’da toprağa verip ebedi yolculuğuna uğurladık onu. Fakat ben biliyorum ki o aslında sağ! Ve keyifli ya da sıkıntılı ama yalnız olduğum anlarda, kimi zaman şaka yapıp göz kırpan, kimi zaman da teselli etmeye çalışan bir koruyucu gölge olarak her zaman yanımda.

Yalnız olduğunuz ya da kendinizi yalnız hissettiğiniz anlarda çevrenize biraz daha dikkatli bakmanızı öneririm. Belki de o anlarda sevdiğiniz koruyucu bir gölgeyi yanınızda görebilirsiniz, kim bilir!

NOT: Şunu belirtmeliyim ki: “Gölge” kelimesini, kendi kelime anlamı dışında, artık hayatta olmayan kişiler anlamında ilk defa ben kullanıyor değilim. Yani bu buluş bana ait değil! Bu kelimeye, yıllar önce Zafer Çarşısı’nın önünde bir işportada -nasıl düşmüşse?- görüp aldığım Kübalı yazar Alejo Carpentier’in “Arp ve Gölge” adlı mükemmel romanında rastlamış ve çok etkilenmiştim. Romanda, ünlü kaşif Kristof Kolomb’un ölümünün üzerinden yüzlerce yıl geçtikten sonra kendisine Vatikan tarafından “Denizcilerin Azizi” unvanı verilip verilmemesi konusunda yapılan yargılama süreci anlatılıyor, Kristof Kolomb’un gölgesi de bu yargılamayı heyecan ve endişe içinde izliyordu.

Ben bu romanı okuduktan birkaç yıl sonra aniden babamı kaybettik. Babamın ölümünün üzerinden iki hafta kadar bir zaman geçtiği ve henüz bunun etkisinden kurtulamadığımız günlerde bir iş için görevli olarak kısa bir süre Polatlı dışına çıkmam gerekince, annemle kız kardeşim ben gidersem evde yalnız kalamayacaklarını belirttiler. Ben de onları Konya’da oturan ablama gönderdim. İşimi birkaç günde bitirip Polatlı’daki evimize döndüm ve biraz dinlendikten sonra akşam üzeri salondaki masada çalışmaya başladım. Bir süre böyle çalıştıktan sonra, arkamdan masanın üzerine bir gölgenin düştüğünü gördüm ve sağ omzuma da bir elin hafifçe dokunduğunu hissettim. Başımı kaldırıp baktığımda, babam o kendine has ifadesiyle bana gülümsüyordu: “O gün aniden gitmek zorunda kaldığım için söyleyememiştim. Şimdi senin evde yalnız olduğunu görünce onu söylemek için geldim. Sana artık daha çok ihtiyaçları var. Onları yalnız bırakma olur mu oğlum!” dedi. “Sakın onları bırakma!” Birden çok heyecanlanmıştım. Şaşkınlıkla bir şeyler söylemeye çalıştım ama dilim dolaştı ve tıkanıp kaldım. Ama zaten o da cevabımı beklemeden birden gözden kaybolmuştu.

Bu olay tabii ki gerçek olamaz; hiç bir inandırıcılığı yok, bunu biliyorum. Ben, romanın etkisinde biraz fazla kaldım ve bir an için öyle hissettim herhalde. Fakat yine de bana öyle geliyor ki, zaman zaman özellikle yalnız olduğum anlarda devamlı olarak karşıma çıkması ve benimle konuşması, onun ve kaybettiğimiz yakınlarımızın bedenlerinin toprağın altında, ruhlarının ise hepimiz için bir “gölge” olarak her zaman aramızda olduğunu gösteriyor gibi sanki…

Ankara, 20 Ekim 2003
Alıntı: YENİLSEN DE YENSEN DE-Necdet Özkazancı (Nisan 2004)

Hiç yorum yok: