1 Aralık 2007 Cumartesi

KARA SURATLI, AK YÜZLÜ, TATLI DİLLİ ZİYARETÇİ (30 EYLÜL 2003)

Dün akşam yorgun argın eve döndüğümde alelacele yemeğimi yedikten sonra spor programlarına takılmak için televizyonun karşısına oturdum. NTV’de “90 Dakika” programı başlamış, Hıncal Uluç ile Haşmet Babaoğlu Beşiktaş-Trabzonspor maçından söz ediyorlardı. Olay TV’deki “Final” programında da Bursaspor-Konyaspor maçı bütün yönleriyle tartışılıyordu. Işık TV’de ise maalesef program yoktu. Gençlerbirliği ve Ankaragücü’nün maçları da Kanal A’da saat 22.00’de başlayacak “Sporvizyon” programında tartışılırdı belki, kim bilir? NTV ile Olay TV arasında zaplarken Kanal A’da “Sporvizyon” programı başladı ama konu futbol değil voleyboldu. Biraz izledikten sonra o kadar kanalın arasında doğru dürüst bir program bulamamanın da sıkıntısıyla amaçsızca zaplayıp dururken birden gözlerim TRT’deki programa (YAR DİLİNDEN) takılıp kaldı. Programın konuğu oydu: Kara Suratlı, Ak Yüzlü, Tatlı Dilli Adam!...

Bir anda otuz küsur yıl öncesindeki gençliğim, mahallem, okulum, arkadaşlarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı: Lisede okurken, arkadaşlarla beraber ders çalışmak bahanesiyle gittiğimiz fakat aslında o dönemlerde ortalığı kasıp kavuran Barış Manço’yu, Cem Karaca’yı, Selda’yı, Ersen’i, Edip Akbayram’ı 45’lik plaklardan büyük bir hayranlıkla ve defalarca doyasıya dinlediğimiz Karagöz’ün parkı… Tabii bir de yeni piyasaya çıkan Nilüfer ve “Dünya Dönüyor” adlı plağı…

Pikap ve plak çağında bizim için 45’lik plak almak o kadar kolay bir iş değildi. Bunun için her şeyden önce para lazımdı. Plak alabilsek bile bir çoğumuzun evinde pikap yoktu. Gerçi biz biraz şanslıydık. Evimizde Philips’in “Mexico 70” adıyla piyasaya çıkardığı bir pikaplı radyomuz vardı. Bazen plakçıdan satın, bazen de arkadaşlardan ödünç aldığımız plakları bıkmadan, usanmadan defalarca zevkle dinlerdik.

İşte o günlerden birinde bir akşam babam elinde bir torbayla eve geldi. Torbanın içinde yirmiye yakın 45’lik plak vardı. Kahveci bir arkadaşı artık kahvede çalmadığı plakları çocuklar dinlesin diye babama hediye etmişti. Bir çoğu artık iyice eskimiş ve pikabın elmas iğnesiyle çizilmiş plaklardı bunlar: Birkaç tane Ali Ercan, birkaç tane Adnan Varveren, birkaç tane Şemsi Yastıman ve geri kalanı da Neşet Ertaş…

Merak ettiğim için bazılarını dinlemeye çalıştım ama sabredip de hiç birinin sonunu getiremedim. Bana keyif vermeyen ve hitap etmeyen müziği, çıtırtıları, cızırtıları ve takılmalarıyla hepsi berbattı. İnsanların bunları nasıl dinleyebildiğine ve zevk alabildiğine bir türlü akıl erdirememiştim.

Neşet Ertaş'ın o plaklarından birindeki şu türküye bakın bir hele: “HAPİSHANELERE GÜNEŞ DOĞMUYOR… GEÇİYOR BU ÖMRÜM DE GÜN DOĞMUYOR… EŞİM DOSTUM HİÇ YANIMA GELMİYOR… YOK MU HAPİSHANE BENİ ARAYAN?.. BU ZİNDANDA ÖLEM CANIM GARDİYAN!...”

Ya Şemsi Yastıman’ın bir türküsündeki şu sözlere ne demeli: “TATAR KIZI İSE BAKMADI KOLAY… DEDİM Kİ SEN KOP ARUSUN APAKAY… DEDİ MEN İSTERMEN ARU BİR AKAY… ACEP EVLENSEK Mİ EVLENMESEK Mİ?”

Oysa Barış Manço’nun “Binboğanın Kızı” ve “Dağlar Dağlar”ı, Cem Karaca’nın “Ay Dost”u ve “Kendim Ettim Kendim Buldum”u, Edip Akbayram’ın “Kükredi Çimenler”i ve “Değmen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme”si, Ersen’in “Kozan Dağı Çatal Matal”ı, Nilüfer’in “Dünya Dönüyor”u öyle miydi? İnsan dinledikçe dinlemek istiyordu. Hey dergisinin listelerini de işte bunlar sallıyor ve sürüklüyordu.

Gelgelelim aradan geçen zaman içinde yaşadığımız birkaç olay bazılarımızın müzik zevkinde bir kırılma noktası oluşturdu.

Halen öyle midir bilmiyorum ama vaktiyle kendi çapında palazlandığına inanan genç çalgıcılar ya da diğer adıyla müzisyenler daha çok kahvelerde ve fakir düğünlerinde bir yandan saz çalma zevkini tatmin edip deneyim kazanırken bir yandan da topluluk önünde çalabileceğini kanıtlamaya, kendisini tanıtmaya ve düğünler için piyasa oluşturmaya çalışır; bu arada kahvecinin ve kendisini dinleyenlerin gönüllerinden kopup masaya bıraktıkları üç-beş kuruşa da hayır demezlerdi! Kimi zaman da elinde bağlaması veya cümbüşü ve küçücük tahta valiziyle başka şehirlerden gelen ve aslında devamlı yolda olan gezgin çalgıcıların da soluklanmak ya da yemek ve yol parasını çıkarmak için kahvelere sığındıkları olurdu. Tabii ki yollarda olmalarının birer hikayesi vardı ama pek anlatmaz, çoğunlukla kendilerine saklarlardı.

İşte bir gün,mahallemizde oturan ve genellikle düğünlerde davul, zurna, cümbüş, keman, bağlama ve darbuka gibi sazlarla oyun havaları çalıp türkü söyleyerek insanları eğlendiren, kendilerini “Abdal” olarak adlandıran ama belki de bizden farklı olmalarından ve çalgıcılıkla geçinmelerinden dolayı küçümsemek için “Aptallar” diye dalga geçtiğimiz topluluktan bir genç arkadaşın, kahvede oturmuş, kucağında bir divan sazı ile çoğunun Neşet Ertaş’a ait olduğunu öğrendiğimiz türküleri büyük bir iştah ve heyecanla çalıp söylediğini görünce merakla yanına oturduk.

Türkünün biri bitiyor, biri başlıyordu: “BİR YİĞİT GURBETE GİTSE… GÖR BAŞINA NELER GELİR… GARİP SILAYI ANDIKÇA… YAŞ GÖZÜNE DOLAR GELİR!...”

Arkasından: “ZÜLÜF DÖKÜLMÜŞ YÜZE… KAŞLAR YAKIŞMIŞ GÖZE… USANDIM BU CANIMDAN… DERDİNDEN GEZE GEZE!...”

Devamında: “ŞU GARİP HALİMDEN BİLEN İŞVELİ NAZLIM… GÖNLÜM HEP SENİ ARIYOR, NEREDESİN SEN? TATLI DİLLİM, GÜLER YÜZLÜM, EY CEYLAN GÖZLÜM!... GÖNLÜM HEP SENİ ARIYOR, NEREDESİN SEN?”

Ve arkasından: “KENDİM ETTİM, KENDİM BULDUM… GÜL GİBİ SARARIP SOLDUM... EYVAH!...”

Ve sonra da istek üzerine: “KAŞLARIN KARA KARA... AMANIN LEYLA LEYLA... DÜŞÜRDÜN BENİ ZARA DA... BÖYLE YARİM BÖYLE!...”

Ve yine istek üzerine: "TATLI DİLE, GÜLER YÜZE DOYULUR MU, DOYULUR MU? AŞK İLE BAKIŞAN GÖZE DOYULUR MU, DOYULUR MU? DOYULUR MU, DOYULUR MU? CANANA KIYILIR MI? CANANINA KIYANLAR... HAKKIN KULU SAYILIR MI?"

Ve diğerleri...

Arkadaş trans halindeydi; sazıyla bütünleşmiş, bir yandan sol eli perdeler arasında yaşından hiç beklenmeyen bir ustalık ve kıvraklıkla gidip gelirken bir yandan da sağ elinin baş ve işaret parmakları arasında tuttuğu tezenesini iştahla tellerde gezdiriyor ve kalan üç parmağını da birleştirmiş, sazın göğsüne bazen yumuşak bazen de sert ama ahenkli bir şekilde vurarak kendi ritmini yaratıyordu. Durmak bilmiyordu ve bizi de mest etmişti. Türküleri dinledikçe bizi çok derinden etkilediğini ve sanki ruhumuza işlediğini hissediyorduk.

Gerek bu genç abdal arkadaş ve gerekse onun gibi düğünlerde çalıp söyleyen diğerleri aslında sıradan birer çalgıcı değillerdi. Çok önemli bir geleneksel müziği, babalarından, ustalarından öğrendikleri şekilde büyük bir başarıyla icra eden bu kalender arkadaşlara ve örnek aldıkları Neşet Ertaş’a karşı içten içe büyük bir saygı, sevgi ve hayranlık duyduğumu anlamaya başlamıştım.

Tabii evdeki çizikli, çıtırtılı, cızırtılı, takılmalı 45’liklere de bu sefer başka bir gözle bakmaya başlamıştım. Daha önce berbat bulduğum türküler dinledikçe daha bir güzel geliyor ve beni kimi zaman keyiflendiriyor, kimi zaman da hüzünlendiriyordu. Bir ara ortadan kaybolan ancak geçenlerde bir televizyon kanalında izleme şansını yakaladığım Ali Ercan’ın şu türküsünde olduğu gibi: “GÜVENEMEM SERVETİME, MALIMA… ÜMİDİM YOK BUGÜN İLE YARINA… TOPRAK BENİ DE BASACAK BAĞRINA… ADALETİN BU MU DÜNYA?”

Neşet Ertaş’tan, Ali Ercan’dan, Şemsi Yastıman’dan o kadar etkilenmiştik ki önce mahalledeki en yakın arkadaşım, arkasından da ben saz çalmayı öğrenmeye karar verip elden düşme birer bağlama aldık. Fakat saz çalmak öyle göründüğü kadar kolay bir iş değildi. Arkadaşım başardı ama ben yeteneğim olmadığı için öğrenemedim ve bağlamamı da hevesli bir arkadaşıma sattım. Artık arkadaşım öğrendiği türküleri çalıyor, biz de diğer arkadaşlarla birlikte o çok güzel olmayan seslerimizle söylemeye çalışıyorduk.

Farkında olmadan, bir dinleyici olarak Neşet Ertaş’tan Muharrem Ertaş’a kadar uzanan bir yola girmiş; kimi zaman dertli dertli inleyen, kimi zaman da neşe içinde şakıyan bülbüller ile turnaların ve ceylanların ozanlara arkadaşlık ettiği gül ağaçlarıyla çevrelenmiş bu yolda ayrıca Keskinli Hacı Taşan, Çekiç Ali gibi ustaların da olduğunu öğrenmiş ve onların yapıtlarının da peşinden koşmaya başlamıştım.

Şimdi soruyorum: Neşet Ertaş'ın Hacı Emmi’sinin (Hacı Taşan) okuduğu şu türküyü dinlediğiniz zaman ne hissedersiniz? "BUGÜN AYIN IŞIĞI... ELİNDE BAL KAŞIĞI... YİNE NERDEN GELİYON DA MAHLENİN YAKIŞIĞI? VAY NERDESİN, NERDESİN? KALDIR CAMIN PERDESİN... DİYECEĞİM ÇOK AMMA... PEK KALABALIK YERDESİN!"

Ya Çekiç Ali'nin söylediği şu türkü: "IRAFTA SİNİLER... HASTA OLAN İNİLER... GURBETTE YARİ OLANIN... KULAKLARI ÇİNİLER... IRAFA KOYDUM NARİ... AĞLARIM ZARİ ZARİ... KÜSTÜRDÜM DE YOLLADIM... O REYHAN BOYLU YARİ... OY YANDAN YANDAN YANDAN... SENİ SEVDİM BEN CANDAN... İKİ CAN BİR SEVİLMEZ... YA ONDAN GEÇ YA BENDEN!"

Neşet Ertaş'ın babası Muharrem Usta’dan, Dadaloğlu’nun şu türküsünü hiç dinlemediyseniz çok şey kaçırmışsınız demektir: “KALKTI GÖÇ EYLEDİ AVŞAR ELLERİ... AŞIP, AŞIP GİDEN ELLER BİZİMDİR... ARAP ATLAR YAKIN EDER IRAĞI... YÜCE DAĞDAN AŞAN YOLLAR BİZİMDİR... BELİMİZDE KILICIMIZ KİRMANİ... TAŞI DELER MIZRAĞIMIN TEMRENİ... DEVLET VERMİŞ HAKKIMIZDA FERMANI... FERMAN PADİŞAHIN DAĞLAR BİZİMDİR!"

Ve Muharrem Usta’nın “Garip Bülbül” ile dertleştiği şu türküyü: "BİLMEM BÖYLE NEDEN SOLDUN... NİÇİN DÜŞTÜN ZARA BÜLBÜL? YOKSA YARDEN Mİ AYRILDIN? BELLİ, BAHTIN KARA BÜLBÜL! NE KADAR PERİŞAN HALİN! BAHÇEDE Mİ SOLDU GÜLÜN? SENİN İLE ARAYALIM... DERDİMİZE ÇARE BÜLBÜL!"

Ve diğerlerini...

Evet, Türkiye’den ayrılıp Almanya’ya yerleşmiş olan Neşet Usta’nın yapıtlarını o yıllarda bulmak nispeten kolaydı. Ama maalesef ne 45’lik plak zamanında ne de kaset çağında Muharrem Ertaş’ın, Hacı Taşan’ın, Şemsi Yastıman’ın, Çekiç Ali’nin ve benzerlerinin yapıtlarını her yerde bulmak o kadar kolay değildi, emek istiyordu. Örneğin ben Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan’ın birer kasetini Hergele Meydanı’ndaki bir seyyar kasetçiden aldım. Şemsi Yastıman ile 38 yaşında öldüğünü öğrendiğim Çekiç Ali’nin kasetlerini ise bulamadım. CD ve MP 3 çağına geldiğimizde ise artık bir müzik cennetindeydik ve bu ustaların tamamına ulaşmak çok kolaylaşmıştı. Peynir, ekmek almak gibi bir şey yani!

Gerçi ben günümüzde de Barış Manço, Cem Karaca, Edip Akbayram, Nilüfer gibi sanatçıların şarkılarını keyifle dinlemeye devam ediyorum ama artık benim için geleneksel müziğin ustalarının yeri, yani suyu kaynağında görüp içmenin, meyveyi de dalından toplayıp yemenin keyfi bir başka!

Neyse, dün akşam TRT 1’deki “YAR DİLİNDEN” adlı programı izlemeye başladığımda evimize sürpriz bir ziyarette bulunan kendi deyişiyle “KARA SURATLI”, benim deyişimle “AK YÜZLÜ” adam ilk türküsünü bitirmek üzereydi. Arkasından içli bir havayı okumaya başladı: “İKİ BÜYÜK NİMETİM VAR… BİRİ ANAM, BİRİ YARİM… İKİSİNE DE HÜRMETİM VAR… BİRİ ANAM, BİRİ YARİM!”

Türkü bittiğinde programın sunucusu Gülay Hanım bir yandan gözlerindeki yaşları siliyor bir yandan da izleyicilerin ortak bir isteğini ustaya iletmeye çalışıyordu. İzleyici ister de Neşet Usta onları hiç kırar mı?.. Tabii ki hayır. Ve başladı: “ZAHİDEM KURBANIM, NE OLACAK HALİM? YİNE BİR HAL OLDU, KIRILDI BELİM… GELENDEN GİDENDEN HABER SORARIM… ZAHİDEM BU HAFTA OLUYOR GELİN!”

Muhteşemdi!

Usta, yol yorgunu olmasına rağmen coşkusundan ve iştahından bir şey kaybetmemişti. Büyüdüğü Yozgat’a kendi yazdığı sözlerle bir hediyesi vardı: “YOZGAT SÜRMELİSİ!” Nida Tüfekçi’nin hiç eskimeyen bu muhteşem türküsünü Neşet Ertaş’tan ilk defa dinlediğim için sözlerini hafızama alamadım ama bu “YOZGAT SÜRMELİSİ” de gerçekten çok güzeldi.

Bozkır'ın Tezenesi, çocukluğunda Yozgat ve Kırşehir köylerinde babası ile yaşadıklarını ve yapıtlarında neden “GARİP” mahlasını kullandığını da kısaca anlattı ki onu da burada belirtmeden geçemeyeceğim: Neşet Ertaş, kendi türkülerini üretmeye başladıktan sonra bir gün babasına: “Türkülerin sonlarında isim kullanayım mı, kullanırsam bu nasıl bir isim olsun baba?” diye soruyor. Muharrem Usta'nın cevabına bakın: "Oğlum, bize ‘Garipler’ derler. Zaten gönül de gariptir. 'Garip' de gitsin!"

Neyse. Artık program bitmek üzereydi ve Usta en vurucu türküsünü sona saklamıştı:

ALLI TURNAM NE GEZERSİN HAVADA?
DEVRİLDİ ARABAM, KALDIM BURADA…
NE ONMADIK KULUMUŞUM DÜNYADA…
AKŞAM OLSUN ALLI TURNAM DÖN GERİ!

GÜLÜM GÜLÜM…
KIRILDI KOLUM…
TUTMUYOR ELİM…
TURNALAR HEY!

ALLI TURNAM BİZİM ELE VARIRSAN…
ŞEKER SÖYLE, KAYMAK SÖYLE, BAL SÖYLE…
EĞER BİZİ SUAL EDEN OLURSA…
BOYNU BÜKÜK, BENZİ SOLUK YAR SÖYLE!

GÜLÜM GÜLÜM…
KIRILDI KOLUM…
TUTMUYOR ELİM…
TURNALAR HEY!

Evet, halen Almanya’da yaşayan ve hayatını düğünlerde çalıp söyleyerek kazanan, günümüzde de türküleri dilden dile dolaşmaya devam eden ve herkesi kendine göre öğütüp tüketen popüler kültürün dahi yok edemediği 66’lık dev bir çınar Bozkır'ın Tezenesi Neşet Usta!

Ve değeri yeterince bilinmeyip unutulmaya yüz tutsalar da bir yerlerde izleri hep bulunacak olanlar: Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Şemsi Yastıman, Bayram Aracı, Refik Başaran, Ali Ercan, Rıza Konyalı!

Ve yüzlerce yıldan beri devam eden aşıklık geleneğinin temsilcileri: Aşık Veysel, Aşık Mahzuni, Murat Çobanoğlu, Erzurumlu Emrah, Dadaloğlu, Köroğlu, Karacaoğlan!...
Ve günümüzde popüler olmayı başarabilenler: Arif Sağ, Musa Eroğlu, Yavuz Top, Sabahat Akkiraz, Belkıs Akkale!

Ve arkadan gelen gençler: Tolga Sağ, Erdal Erzincan, Kubat!

Ve isimlerini sayamadığım için kendilerinden özür dilediğim diğerleri!

Hayat sizlerle daha güzel. İyi ki bu dünyaya gelmişsiniz. Hepinizin eline, diline sağlık!

Biliyorsunuz, Gençlerbirliği, daha iyi ve üstün oynadığı maçta şanssız bir golle Fenerbahçe’ye 1-0 yenildi. Bu maç sitenin haber ve forum bölümlerinde çok geniş bir şekilde yer aldı ve tartışıldı. Dün akşam Neşet Usta’yı televizyonda görünce, benim de zaten bu maça doğru hiç gitmek istemeyen kalemimin gönlü doğruca bu “KARA SURATLI, AK YÜZLÜ, TATLI DİLLİ ZİYARETÇİ” ile diğer ozanlara kaydı işte, ne yapayım!

Ankara, 30 Eylül 2003
Alıntı: YENİLSEN DE YENSEN DE-Necdet Özkazancı (Nisan 2004)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

sayın tüm ısparta sütçüler halkına degerli programı sunan cani gonulden ablam gibi gördügüm sevcan ablama slm gonderiyorum